PROF. DR. NİLGÜN CANEL’E TOPLUMSAL ŞİDDETİN NEDENLERİNİ SORDUK.

Şiddet eğiliminin hazin sonuçlarına tanıklık ettiğimiz bir dönemden geçiyoruz. Mikroscope olarak bu durumu biz de kabullenmiyoruz, ürküyoruz. Son dönemde yaşananları Marmara Üniversitesi öğretim üyesi, psikolog – yazar Prof. Dr. Nilgün Canel’e sorduk.

Nilgün Hanım merhaba; öncelikle ne oluyor bu erkeklere, diye sormak istiyoruz. Nasıl bir süreçten geçiyoruz? Bu şiddet sarmalından geçmemizin altında neler yatıyor?

Son zamanlarda tüm bu izlediğimiz olaylar hepimizin gündeminde. Hepimiz hayretler içerisinde olanları izliyoruz. İçimizi acıtan, bizleri hayrete ve hayal kırıklığına uğratan, korkutan, kanırtan, yaralayan olaylarla, görüntülerle karşılaşıyoruz. Bu da beraberinde bir sürü olumsuz duyguyu getiriyor. Adeta içinde yaşadığımız topluma yabancılaşıyoruz ve güvenlik algımız sarsılıyor. Siz soruyu erkek şiddeti üzerinden sormuşsunuz, ama bu çok daha kapsamlı bir sorun. Aslında toplumsal ve sistemsel bir sorun ve sistemdeki yozlaşmanın, hataların dışa vurumu.

Mesela son yaşadığımız olayı ele alalım. Şiddet uygulayan bireylerin tipolojileri kişilik bozuklukları, depresyon, madde bağımlılığı, dürtüsellik, öfke kontrol bozukluğu gibi pek çok ruhsal bozuklukla şekilleniyor. Ancak herhangi bir şiddet olayına sadece psikotik bir hasta, madde bağımlısı bir bireyin yol açtığı bir vahşet olarak bakmak, yaşanan sorunu hafife almamıza sebep olur. Çünkü bu olay sadece psikiyatrik bir olay değil, aynı zamanda adli bir olay, aynı zamanda ahlaki bir olay, aynı zamanda toplumsal bir olay, aynı zamanda vicdani bir olay. Yani çözüm için kapsamlı bir yaklaşıma ihtiyaç var ve bu kapsayıcılık, sosyal politikalar oluşturmayı, bu politikalara uygun yapılanmalar, hukuki düzenlemeler geliştirmeyi de kapsıyor. Aynı zaman da aile eğitimlerini ve ruh sağlığı toplumu tehdit edebilecek düzeyde bozuk olan bireylerin rehabilitasyon, takip ve gözlem süreçlerini de kapsıyor. Ayrıca ülkelerin gerek ekonomik gerekse de toplumsal kriz dönemleri, toplum ruh sağlığını her zaman olumsuz yönde etkiler ve istenmeyen sonuçlar doğurur. Fark edilebileceği üzere çözümün aslında ne kadar çok boyutunun olduğunun fark edilmesi oldukça önemli. Kapsamlı ve kapsayıcı sosyal politikalar oluşturmadan sorunun çözülmesini beklemek yeterli bir yaklaşım olmayacaktır. Şiddet sorunun toplumsal, kültürel, politik bağlamda ele alınması gereken bir sorun olduğunu görmezden gelmemek gerekir. 

RUH SAĞLIĞI SORUNUNU TÜM BOYUTLARIYLA İNCELEMELİYİZ

Olayların bir boyutu şiddet uygulamaya meyilli olan, ruh sağlığı bozuk, madde kullanımı gibi yatkınlıklarla şiddet uygulama riski taşıyan bireylerin varlığıdır. Ancak olaya tek başına şiddet uygulayan bireyler bağlamında yaklaştığımızda bu kişisel bir ruh sağlığı sorunu gibi gözükecektir. Bu da sorunu net bir şekilde görmeyi engelleyecek kadar kısır bir bakış açısı oluşturur. Bu kişinin içinde bulunduğu tüm sistemlerle ilişkisini ele almak, bizi daha kapsayıcı çözümlere ulaştıracaktır. En temel sistem aile olduğuna göre, kişinin ruh sağlığı bozukluğu kadar, içine doğup büyüdüğü ailenin yapısına da bakmak gerekir. Genellikle patolojik bireyleri olan aileler, örneğin şiddet uygulayan bir baba, antisosyal kişilik bozukluğu olan bir genç, madde kullanımı olan bir aile üyesi vb., bir aile için ciddi bir sorundur. Bu tip bireyleri olan aileler, sorunlu bireye nasıl davranacakları, nasıl yardım alacakları konusunda desteksiz kalabiliyor. Bir hastane yatışı ve tedavi süreci olsa bile, hastane sonrası destekler, eğitimler, rehabilitasyon çalışmaları, takip ve gözlem çalışmaları yeterince sağlanamadığında, çoğu zaman aileler nasıl başa çıkabilecekleri konusunda çaresiz kalabiliyor. Şiddet eğilimi gibi ciddi bir sorunu olan bir kişinin psikiyatrik tedavisi sona erse bile adli makamlarca takibi gerçekleştirilmediği sürece, buradaki tek sorumluluğun aileye ait olmasını beklemek de hata olacaktır. Üstelik ciddi patolojileri olan bireylerin çoğu zaman içine doğup büyüdükleri ailelerde de benzer sorunları taşıyan aile bireyleri olabiliyor. Diğer yandan bir diğer sorun alanı ise, kişinin ve ailenin etkileşimde bulunduğu çevre. Bu aile nasıl bir çevrede yaşıyor, ne gibi sorunlu yapılarla etkileşimde bulunuyor? 

Örneğin son yaşanan olaylarda net bir şekilde gördük ki, sorunlu ergen ve genç gruplarının kontrolsüz sosyal medya kullanımı sonucunda bir araya geldikleri ve kendileri gibi ciddi ruhsal sorunları olan bireylerle birbirlerini suça ve şiddete teşvik ettikleri bir çevreleri var. Günümüzde daha çok sosyal medya üzerinden şekilleniyor gibi gözükse de aslında bu bir yeni tip çeteleşme örneği. Cezasızlık, kontrolsüzlük siber zorbalığı teşvik edici sonuçlara dönüşüyor ve günümüzde özellikle gençler arasında hızla yayılıyor. 

BİREYLERİN TOPLUMSAL YAPI İÇİNDEKİ ROLÜNE DE BAKILMALI

Sorunlu birey, sorunlu aile, sorunlu toplumsal yapı iç içe geçmiş halkalar gibi. Birindeki yozlaşma ve çürüme doğrudan diğerlerine sirayet ediyor. Bir de bütün bunlara cezasız kalan suçları eklemek gerekiyor ki bu da işin adalet boyutu. Bir toplumda yozlaşmayı tetikleyen çeşitli faktörler vardır. Yeterli eğitim alamamak, işsizlik, ekonomik krizler, kontrolsüz göç vb. ülkemiz tüm bunları aynı anda yaşarken insanların bildikleri dünya hızla değişiyor ve güvenlik algıları sarsılıyor. Bütün bu karmaşa suç oranlarını arttırırken adaletin işleyeceğine duyulan güven en koruyucu faktörlerden birisi. Ancak ülkemizde özellikle kadına şiddet gibi can alıcı bir noktada şiddet uygulayan bireylerin yeterli cezaları almadıklarını izliyoruz. Psikolojide Albert Bandura’nın ortaya koyduğu bir ‘sosyal öğrenme’ kuramı vardır. Bu kuramın ortaya koyduğu ‘Model alma’ kavramı, gözlem ve taklit süreçleri yoluyla başkalarının hatalı ve özellikle şiddet eğilimli davranışlarının nasıl kopyalandığını bize en iyi anlatan kuramlardan birisidir. Sosyal öğrenme kuramı, dolaylı ceza kavramını ortaya atar. Dolaylı ceza modelin olumsuz davranışlarının cezalandırılmasının, gözlem yapanların benzer davranışlarda bulunma eğilimlerini azalttığını veya tamamen yok ettiğini anlatır. Benzer şekilde dolaylı pekiştirme de başkalarının ödüllendirilen davranışlarını izlemenin sanki o ödülü biz almış gibi aynı davranışları sürdürme eğilimlerimizi arttırdığını anlatır. Şimdi bu açıklamalar çerçevesinde kadına şiddet olayına bir göz atalım. Biz şiddet karşısında ağır cezalar alan, caydırıcı cezalarla karşılaşan erkeler mi görüyoruz yoksa yaptıkları yanlarına kâr kalan erkekler mi? Bir suçun cezasız kaldığını ya da cezanın yetersiz kaldığını izlemek, aynı suçu işlemeye meyilli hastalıklı zihinlerin aynı davranışı sergileme ihtimallerini azaltmaz arttırır.

AİLE TOPLUMUN KARA KUTUSU

Aile kavramını kutsal sayan ve bunun dışında bir görüşe yer vermeyen bir toplum olmamız kadına yüklenen anlamları nasıl etkiliyor? 

Ailenin bir tabu olarak görülmesi de toplumsal anlamda ciddi bir sorun. Aile toplumun kara kutusu. 19. Yüzyıla kadar kimse bu kutuyu açmaya cesaret edememiş. Bu tarihe kadar aile içi şiddet teorileri bile oluşturulmamış çünkü aile şiddet görmezden gelinmiş ya da normalleştirilmiş. Yani aile içi şiddet toplumsal bir sorun olarak görülmemiş. Kol kırılır yen içinde kalır, söylemi yüceltilmiş ama o kırılan kol genelde kadının ve çocuğun kolu olmuş ve sanki aile içi şiddet özellikle de erkeğin/babanın uyguladığı şiddet sanki onun doğal bir hakkı gibi kabul edilmiş. Böylece de aile içi şiddet normalleştirilmiş. Bu eğilim günümüz modern toplumunda ne yazık ki hâlâ sürüyor ve kadına uygulanan şiddetin normalleştirilme çabası olarak karşımıza çıkıyor. Binlerce yıldır dünyada var olan ataerkil yapı, farklı dinler, kültürler, siyasi sistemler bağlamında kadını boyunduruk altına almayı ve aile içinde çocuğa istediğini yapma özgürlüğüne sahip olduğunu düşünmeyi, doğal bir düşünce olarak sunuyor. Aile içerisinde erkeklerin kadınlardan daha fazla güce, egemenliğe ve ayrıcalığa sahip olduğu fikrini doğuruyor. Ev içerisindeki şiddetin aslında sosyal bir problem olduğu ve kanuni düzenlemeler gerektirdiği fikri 21. yüzyılda ciddiye alınmış ve gerekli yasal düzenlemeler yapılmış. Ancak hâlâ işleyiş sorunları olduğu aşikâr. 

Carl Gustav Jung ‘sevginin bittiği yerde, güç savaşları, şiddet ve terörün başladığını’ söylemiş. Belki de biz toplum olarak esas bu duygumuzu yitirdik ve ne ailede ne çevrede ne de toplumda sevgiyi hissedemeyen bireylerin yarattığı şiddet ve terörü izliyoruz.