Günümüzde altı pek pohpohlanan şu onaylanma ihtiyacı sizin de arada sırada canınızı sıkıyor mu? Canınızı yakıyor mu da olabilirdi doğru soru? Bilemedim. Bilemiyoruz zaten tam anlamıyla doğruyu, yanlışı, iyiyi, kötüyü. Revaniyi limonlu seviyorum. Yemesini sevdiğim kadar yapmasını da seviyorum. Gönlü geniş sohbetlerin eşlikçisi, masanın merakla beklenen assolisti kare cam tepsiye bir ölçü hamur için bir tam limon suyu, yarım limon kabuğu rendesi. Şerbetine de beş altı damla iliştirdik mi, oh nasıl mayhoş nasıl esintili. Peki yerken üstüne limon sıkmayı hiç denediniz mi? Ah aklımızdan bile geçirmeyiz değil mi? Peki neden içine girince dededen kalma üzümlü bağ, dönümüne paha biçilemez sulak tarla da üstüne sıkılınca kara kışta kömür kokulu kenar mahalle tadı? Biraz insaflı davrandım bu benzetmeyi yaparken. Örneğin yaş tezeğe basmış ince tabanlı ayakkabı da diyebilirdim, ama o kömür kokulu sokağı hasretle ananlar, özlemiyle ağlayan, o günlere arananlar var tanıdığım. Tanıdıkça sevdiğim insanlar, siz tanımazsınız benimkileri çok derinde ta içeride yaşarlar. Sizin vardır muhakkak, bir zamanlar tatlının üstüne limon sıksa da o halini sevdiğiniz, özlediğiniz içeride, içinizde yaşayan insanlar. Ne yazık ki her şeyin bir yeri, bir zamanı, bir yakıştığı var. Sıcak keke ılık şerbeti kek hamur olmasın diye, yanan ömrümüze acıları varoluştan yanan ateşi körüklemesin diye az az ve soğutarak döküyoruz. Şimdi bunların onaylanma ihtiyacıyla hiçbir alakası yok gibi ama pek çok ortak çıkarımı var. Yani bence. Zaten bence.
İlk on bir yaşında patates salatası yapma girişiminde bulunmuştum. Neredeyse tüm yemekleri yapmayı biliyordum ama patates salatası hiç yapmamıştım. Yolunda gitmeyen bir şey vardı. Tadı annemin yaptığından değişikti ama anlayamamıştım. Tüm hevesimin kaldıraçlarıyla beraberce sunum ve tadım için annemin karşısındaydım. Salataya bakar bakmaz gözümün içine bakıp gülümsemişti. O da ne! Gözlerinde Richie Rich çizgi filminde dolar işareti beliren karakterler gibi annemin gözlerinde domates vardı. Tabii ya, domatesin bu salatada ne işi vardı. Öyle demedi tabii annem “olsun varsın” dedi, “nasıl yaparsan öyle yenir, çok güzel olmuş”. Ah anne ben bilseydim o “olsun varsın” cümlesinin vakur duruşuna bir ömür sığdıracağımı hiç gülüp sarılır mıydım sana arsızca. Hiç huzur bulur muydum bu cevapta, o kollarda? O koşulsuz kabulleniş inandırdı beni ta o zamandan hep olduğum gibi, olduğum kadarıyla kabul edileceğime. Ya da kandırdı mı diyelim? En kötüsü bir kez olsun bazen öylece bir kabul görülebileceğinin varlığına şahit tuttu beni o gün. Ya olmaz deseydi, ağzını tavana kadar açıp, gözlerini yuvalarından çıkarıp “Ne yaptın sen?” deseydi? O zaman alışır mıydı şu kavlak bedenim, bu orta yaşına kadar tanık olduğu onca kötülüğe, zorbalığa. Yok alışmazdı, alışmadık, alışamayız hiçbirimiz. Elimiz ile verdiğimiz gelmedi bizimle. Hiç görmediğimiz, duymadığımız, hayal evrenimizde bile yanına sokulamayacağımız nice kötülüğe seyirci kaldık her devirde. Yeri geldi kurban olduk, yeri geldi sesi çıkmayanın gür sesi, sözü olmayanın çığlığı. Ömür zorbalığa, çirkinliğe yetiyor da savunmaya, korumaya hep zenon paradoksu. Tam yapamıyoruz hiçbir şeyi, ikiye bölünüveriyor, ulaşamıyoruz, yetişemiyoruz, varamıyoruz o güzel düzlüğe. Dünya dedikleri, düzensizliğin düzen içinde döndüğü yer imiş. Kim koymuş ki ona bu adı. İnsan kelimesisin içindeki üç sessiz harfi ömründe de baskın yaşayanların üzerine bu kadar da gelinmez be üç sessiz harfli Dünya kardeş.
Ne çok etiketimiz var. Dergi aralarından çıkanlar gibi neşeli ve eğlenceli değil ama yine de şak yapıştırıyoruz. Hiç psikoloji okumanıza gerek yok artık, psikanaliz falan da olmanız lazım değil. Elinizde ki çokbilmişi iki aşağı kaydırınca herkes yargı dağıtıyor. Siz de payınıza düşeni alıp köşenize kara bulutlar eşliğinde oturuyorsunuz. Şimdi içinizden, yok ben öyle hemen almıyorum, süzgecim var benim, oradan geçirip öyle koyuyorum keseme deseniz de nafile. Kaygılı bağlanma, kaçıngan, güvenli.. Siz hangi türsünüz? Kendi içimizdeki yolculukta çoklu kompartımanlarda gerçekleşiyor. Sadece kendi sesini duyabilmek şöyle dursun, kendin olabilmek nimet. Herkes her şeyi biliyor ve siz ya saklanacaksınız ya da herkes tarafından onaylanma sevilme ihtiyacı taşımadan var olmaya meydan okuyacaksınız. Egonun yok olması kadar gerçek dışı tamamen bu ihtiyaçları yok saymak, ama işte bir dozu, bir yeri, bir yakıştığı var…
“Bilmiyorum”un konforuna sığınmak istiyorum anne! Bastığım şu toprağın üstünde ince bir yel ile alabora olup, bir gün yok olacak bir toz tanesi olduğumu unutmak istiyorum. Gözümün önünde eriyen zamana hırsla hükmetmeye çalışanları kahkahalarımda boğmak istiyorum. Sanmanın ne denli acıklı bir tasvir ve inanış olduğunu bilmeden, neden buraya düştüğümüzü sorgulamamdan, sormadan, merak etmeden yaşamı sıkıştıranların arasından sele kapılıp yok olmak istiyorum. Bilmek hamallık olsa taşınırdı, yük değil, altında kaldığımız moloz taşı oldu çıktı. Hep mi böyleydi acaba? Hep böyleydi muhtemelen. Yüreklerimiz ve niyetlerimiz bizi birbirimizden ayırırken, metanetimiz, direnme ve savunma gücümüzde dünyalarımızı ayırdı her hal. İnsanı insan yapan neydi? Ah ne çok şeydi. İyi ki olsun varsınım var anne. Ogün yediğimiz patates salatasının adını hatırlamıyorum ama içime düşen yaşama sevinci tam da sol böğrümde tekliyor. Tam anlayamasak da yaşadığımız bu kara parçası ne menem bir küre iyi ki anlamaya ve anlamlandırmaya çalışanlar var anne. Kusur kadı kızında değil içimizde. Yine de dünya “rağmen”lere rağmen yaşamaya değer ve sevgi dolu bir yer. Buna inancımı kaybetmeye yeltenip düştüğümde kalkarken diyorum: “Olsun varsın düzeliriz be!”