Çocuktular daha, Şevket onlardan yaşça daha da küçüktü.
Evdeydiler ve eski maun yemek masasının satılıp yerine alınan günün modası, mavi formika masanın başına toplanmış erken akşam yemeği yiyorlardı. Annesi, kendinden küçük iki kardeşi ve o.
Hava akşam alacasıydı, kararmamıştı daha iyicene.
Annelerinin yemek saatinde sokakta oynayanları iyi aile çocuğu olmayanların safına soktuğu çocuklar çığlık çığlığa, bağrış çağrış oynuyorlardı hâlâ. Şevket de bu saftakilere dahil, alı al, moru mor, kan ter içinde koşturuyordu habire…Gözü dışardaydı dışarda olmasına da, mecali hiç mi hiç kalmamıştı. Yemeğe de zaten isteksizdi içi.
Masada yemek yememek için hep olmadık sorun çıkarır, sorun çıkaramayacak kadar mecalsizse kendini unutturmaya getirirdi…Bir defasında, öyle masanın dışında olma arzusundaydı ki, sandalyenin arka iki ayağı üzerinde kendini bir geri bir ileri yaylandırıp dururken sihirli denge bozulmuş, şimdi yandan bakarak dışarısını izlediği balkon kapısının devasa camından şangır-şungur dışarı yuvarlanıvermişti.
İlk şaşkınlığı atlatıp da, kesilen ve kanayan bir yerinin olmadığını anlayan annesi ve babası tarafından iyice bir azarlanıp akşama, bahçe sinemasına götürülmeyeceği tehdidiyle kalakalmıştı öylecene. Sonra becerikli babası, kırılan camı bir kontrplakla kapatmış, o da kardeşlerinin arasında yazlık sinemanın yolunu tutmuştu.
Bu kez babası yoktu masada. Evde de yoktu. Gece çalışıyordu birkaç zamandır yine. İşinin gereğiydi gece çalışmaları. Annesininse yakındığı yaşam biçimleriydi bu durum. Babası çoğu kez gece çalıştığı için gün ortalarına kadar uyur, sonra kalkar, yıkanır giyinir, ortalığa yaydığı beyaz sabun kokusunun eşliğinde, buharlanmış banyo aynasının karşısında özenle tıraş olur, iştahla yemeğini yer ve yeniden giderdi. Yemek olmadığında, dilimlediği portakalları ekmekle dünyanın en lezzetli aşını yermiş gibi büyük bir iştah ve ona uyumlu şıpırtıyla, sindire sindire, keyifle yerdi ki; iştahsızlıkla boğuştuğu sıralarda o’na düşsel bir şölen olurdu babasını böyle izlemek.
Büyük bahçeyi, arabaların bolca geçtiği tozlu topraklı yoldan ayıran yıllanmış sarmaşıklı demir bahçe kapısının gıcırtılı sesi onu düşüncelerinden ayırmış, hep birlikte bakışlarını o yana kaydırdıklarında, oldukça uzun boylu birinin içeriye girmekte olduğunu görmüşlerdi.
Gelenin başında kasket şapka, düğmeleri açık ceketinin içindeki yeleğin önünde parlayan köstekli saatin zinciri, elinde de içi cömertçe doldurulmuş hasırdan sepet vardı. Tıpkı adım attıkça gıcırdayan pabuçları gibi, her daim gülüyormuşcasına güleç ağzının kapanmayan dudaklarının arasından parıl parıl parıldayan altından dişleri gibi dikkati çeken daha başka şeyleri de vardı upuzun boylu adamın mutlaka, ama o bunları görmüştü önce.
Sokakta hâlâ koşturup duran arkadaşı Şevket’inse, oyununu şıppadanak kesip, avazı çıktığı kadar haykırmağa başlaması bir olmuştu: “Anneee hırsız var! Hırsız giriyor bahçeden içeri!..’
Yabancının ilk an tanınmamasıyla birlikte onların özellikle “babasız” sofrasında da ‘hırsız’ ünlemesi beklenen etkiyi yaratmış, şimdi hep birlikte camdan dışarısını izleyip, gelene göz-kulak kesiliyorlardı ki, içlerinden o, gelenin hırsız değil dedesi olduğunun ayırımına o an varması bir oldu.
Dedeleri gelmişti, ta uzak diyarlardan. Babalarının babasıydı dedeleri.
Upuzun bacaklarıyla ince uzun duruşu olan dedesi, başındaki kasket şapkasıyla, maharetli yöre terzisi elinden çıkma içi yelekli ceket-pantolon takım giysisiyle ve her hareketi algılayarak tiril tiril titreşen upuzun kulaklarıyla da hayli ‘dışarlıklı’ yürüyordu işte, çok katlı evin iç basamaklarına doğru.
Şevket’in ‘Hırsız’ naralarıyla birçok komşu gibi kendileri de pek hareketlenmişlerse de bir tek, durumun hiç mi hiç farkında olmayan, böylelikle de üstüne alınmayan, kendi iç hülyalarıyla kapılarını çalan ‘misafir’ dedeleriydi.
Belki günler süren yolculuğun yorgunluğundan, belki biraz sonra kavuşacağı oğlunun ailesinin, torunlarının heyecanından, belki de Türkçeyi çok az biliyor olmasından, ‘hırsız’ yakıştırmasına hiç alınmamış, dahası üstlenmesi gereken kişinin kendisi olduğunu şuncacık geçirmemişti aklından…
Anne, ziyareti pek anlamlı, hatta iç beniyle yersiz bulsa da gönülsüz açarak kapıyı, kusursuz batılı aile görgüsüyle içeriye buyur etmişti kayınbabasını.
Kızlar dedeye sevecenlikle ‘hoş geldin’ dediler. Tıpkı onlar da her çocuk gibi misafiri severlerdi. Dede, yarım yamalak Türkçe hal-hatırla oturmuştu koltuğa. Gelininin ona gösterdiği masadaki baş köşeyi hiçe sayarak. Yemek mi yemeyecekti, karnı mı toktu, yoksa dinlenip mi oturmak istiyordu masaya? Anlaşılamamıştı pek. Bu haliyle, belki de ısrarla karşı duvarın hemen önünde duran, çoğunluğun olduğu gibi kendi hayatlarına yeni giren televizyonun karşısındaki yeri reddediyor, görüntülü kutuya ters konumdaki kadife koltukta oturmayı tercih ediyordu.
Anneleri kızların duyacağı ses tonuyla, masaya eğilerek tabaklarına yemek koyarken, “Gavur icadı ya, günah diye reddediyor bakmayı, görüyor musunuz?” demişti, durumu kendi yorumuyla aydınlatarak. Bir süre sonra dedeleri gelmişti masaya, sevinmişlerdi…
Ağır, dingin, hiç acele etmeden oturmuştu. Sonra da altın dişlerini göstere göstere kızların her birine ayrı ayrı, içten, yapmacıksız neredeyse kahkahalı denecek kadar şen ama sessizce, geniş geniş gülümsemişti. Böylelikle de ağzının her iki yanında beliriveren kırışıklıklar, uzun kulaklı yüzünü sevimli mi sevimli yapmıştı. Kızlar da hemen kıkırdayıvermişlerdi dedelerine.
Birinin ismi Türkçe anlamıyla altın kanatlı tavuktu, diğerinin tombul beyaz tavşan…Ama, bebeklikten yeni çıkmış, en küçük kıza henüz bir isim bulamamıştı yaşlı adam.
Babaları böyle tercüme etmişti isimlerini kızların, dedelerinin dilinden. Onların anlayamadığı bu dili, babaları da hem anlar, hem de konuşurdu. Yabancı bir dildi de dedesinin ki, yine de pek başkalarının yanında konuşsun istemiyordu o da, kardeşleri gibi, anlamını bilemediği bir nedenle.
Dede yine arkasını dönmüştü televizyona. Onun ise; gözleri tıpkı kardeşleri gibi büyük bir merakla karşısındaki siyah-beyaz ekrandaydı. Annesi rosto koymuştu, pilavla süslediği tabağına konuklarının. Dede şöyle bir önündekilere bakmış, ondan sonra mırıldandığı duayla başlamıştı yemeğe. Ağzı kıpırdarken kulakları da belirgin titreşiyordu yine. Kızlar gözlerini alamıyorlardı kulaklarından dedelerinin. Kendilerini tutamayıp muzip, kıs kıs gülüyorlardı da, görmesini, üzülmesini istemiyorlardı yaşlı adamın. Oysa hiç akılları kesmemişti, büyük kulakla küçük kulağın ayırımını, birilerinin, “Sizin dedenizin büyük kulakları var,” deyip akıllarına sokana dek.
Anneleri, rosto ipini ayırmadan koymuştu tabağa kestiği et dilimini. Bu kez de dede, ipi iştahla ağzına atıp çiğneyip çiğneyip yutmuştu, ‘Sofradaki tek kırık nimet ziyan edilmez’ der gibi…Kızlar şaşırıp, utanıp “N’apalım oldu bitti,” deyip görmezden gelmişlerdi, ama belleklerine de kazınmıştı, tıpkı garip dili gibi yaşlı adamın.
“Dede televizyona niye bakmıyorsun?” diye sormuştu sonunda dayanamayıp. Dede önce tepki vermemiş, torunun yüzüne bakmıştı, durup. Sonra başını kızların bakışlarıyla gösterdikleri yana çevirmiş, çevirirken yine kulakları salınmıştı, bir ileri, bir geri…
Bir anda yaşlı adamın çizgilerle kaplı yapmacıktan hiç nasibini almamış ifadeli, görmüş geçirmiş yüzü, eline ansızın elma şekeri tutuşturulan çocuksu gülüşle aydınlanmıştı. Şaşkınlık anı kısa sürmüş, birden çok sevinmişti dede gördüklerine. “Bak Allah’ın işine” der gibi ellerini iki yana açarken önce ışığına sevinmişti, parıl parıl parlayan. Tombul camın gerisinde gördüğü insanlara ve onların hareket etmelerine, sahicikten, kanlı-canlı olmalarına sevinmişti… En çok da oğlunun böyle mucizevi, harikulade icadı evine getirebilme maharetine, gücüne ve hatta yeteneğine sevinmişti. Gözünü ayırmadan sevinçle bakmış, bakmış, bakmıştı, takdirle, övgüyle ve gururla hem de. İşte şimdi oğlunun çatısının altında, evinde, torunlarıyla, geliniyleydi…