Piyanist. Türkiye’deki lisans eğitiminden sonra İngiltere ve Fransa’da lisansüstü eğitimlerini tamamladı. Birçok yarışmada derecesi olan sanatçının, üç albüm çalışması bulunmakta ve ulusal/uluslararası birçok festivalde hem solo hem de dünyaca ünlü müzisyenler ile paylaştığı oda müziği konserleri devam etmektedir. Doktor öğretim üyesi olarak MSGSÜ’de piyano ve oda müziği dallarında eğitim veren sanatçının, günlük yaşama dair gözlemlerini esprili bir dille kaleme aldığı yazıları bulunmaktadır.

Seksenli yılların sonu; Moda’daki evde annem, babam, ablam, ben, anneannem ve kuzenim birlikte yaşıyorduk. O kadar keyifliydi ki o yıllar, hep beraber ailecek yaşamak. Babam çalışıyor, annem emekli olduğu halde hâlâ çalışıyordu. Anneannem genelde evde oluyordu, ablamlar üniversiteye, ben de ilkokula gidiyordum. Annem o yoğunluğuna rağmen harika sofralar hazırlardı; her akşam hep beraber sofranın etrafında güle oynaya yer içerdik. Çay saati, kahve saati, akşam yemeği ailenin vazgeçilmezleriydi. Evimizde komşumuz, misafirimiz, eşimiz dostumuz eksik olmazdı. Keyifli, canlı bir evdi hep. Kalabalık İtalyan aileleri gibi yaşıyorduk.

Hafta sonları pek gezen bir aile değildik. Ben isterdim ama annem babam genelde yorgun oldukları için dışarı çıkmaya pek gönülleri olmazdı. Moda’da oturduğumuz için, en kolayından sahilde babamla arada yürüyüş yapardık, dondurmacıların oradan tur atıp dönerdik. Dondurma deseniz, genelde çok çabuk hastalandığım için dondurma yerine boş külah yedirirlerdi. Bütün çocuklar üç beş top dondurma alırken ben kırt kırt külah kemirirdim. Dediğim gibi birlikte çok gezmesek de arada hep beraber arabaya doluşur bir yerlere giderdik. Bizim araba genişti, hep beraber binebiliyorduk. Çocuksan zaten tek hayalin vardır, arabanın bagajında gitmek. Bagaja binildi mi de nedense arkadaki arabaya son hız, anlamsız şekilde gülümseyerek el sallanırdı. Şoför de size karşılık verirse el sallama hızı daha da artardı. O yıllarda etrafta bu kadar çok araba yoktu ve neredeyse herkes aynı araba markalarını kullanıyordu. O zamanlar bir markanın kuş isimlerinden oluşan bir araba serisi vardı. Doğan, Şahin, Kartal ve Serçe. En şık model; “Doğan”.

Babam bir gün eve geldi, müvekkilinin arabasını satacağını söyledi. Araba Şahin model, Doğan’ın bir alt modeli. O yıllarda herkes zırt pırt araba değiştirmek yerine modifiye etme yoluna giderdi. Günümüzde herkesin yüzlerine filtre uygulamaları gibi araç sahipleri de arabalarının tipini ufak tefek oynamalarla biraz olsun toparlardı. Seksenli yılların sonunda filtre uygulama sadece arabalarda olduğu için tabir şu: “Doğan görünümlü Şahin.” Farlar büyütülüyor, tamponlar değişiyor, içinde direksiyon simidi değişiyor; al sana Doğan. O zamanın göz, dudak, burun, kalça estetiği.

Babam bize arabayı almasının iyi olacağını, ikinci bir arabanın anneme ve daha sonra ablama da kolaylık olacağını söyledi. Bu arada amcamda da serinin en küçüğü “Serçe” modeli var. Amcam yurt dışında olduğu için araba da kuzenim Senem ablamda. Annem ve babam arabanın alınmasına karar verince ev bir anda Manyas Kuş Cenneti’ne alternatif bir yer kıvamına geldi. Babam arabayı bir ustaya götürdü, içine dışına bakılsın diye. Usta hemen babamı arabanın Doğan görünümüne bürünmesi konusunda ikna etti.

 Usta “Tamponları değiştiririz, farları büyük koyarız, abicim bir de gel rengini değiştirelim arabanın,” deyince bizde olaylar başladı. Arabanın orijinal rengi mavi. Yeni renk konusunda evde herkes ikiye bölünmüş durumda. Bölünme eşit şekilde de değil; annem bordo olsun diyor, geri kalan beş kişi yeşil olsun diyor. Annem kesinlikle kimseyi yanına çekemiyor. İkna etmek için her türlü küçük numaralara başvuruyor ama kesinlikle başaramıyor. Her gece yemekte ve yemek sonrası evdeki tek konu yeni arabanın rengi.  Annem tutturuyor bordo olacak diye. Biz de istemiyoruz diye anneme karşı çıkıyoruz ve kesinlikle yeşil diye diretiyoruz.

Bir gün yine yemek sırasında babam renk seçimini demokratik bir şekilde yapmak için oylamaya sunmayı teklif etti. Annem inadım inat; “Bu evde demokrasi memokrasi yok, BORDO olacak,” diye tutturdu. Babam nasıl olduysa annemi oylamaya ikna etti. Annemin ortamda olmadığı bir anı bulup bize de dedi ki; “Anneniz bordoyu çok istiyor çocuklar. Gelin herkes kâğıtlara bordo yazsın, altı tane aynı renk çıkınca anneniz de sevinir, onu mutlu edelim.” Biz de konu o kadar uzadı ki; firma az sıksan yeni bir kuşu piyasaya sunacak, tamam dedik.

Oylama vakti geldi çattı; babam herkese küçük kağıtlar dağıttı. Bizler anneme hiç çaktırmadan kâğıtlara “bordo” yazdık. Kağıtlar toplandı. Babam Acun Ilıcalı yavaşlığında oyları bir bir açmaya başladı. Kağıtlar açılırken herkesin yüzündeki ifadeyi dün gibi hatırlıyorum. Hepimiz şaşkınlık içerisinde babamın mır mır mır, yavaş yavaş oyları okumasını dinliyorduk. “Bir bordo… iki bordo… üç bordo… dört bordo… beş bordo… BİR YEŞİL!” İlk önce babam “Hani herkes bordo yazacaktı? Hanginiz yazmadınız?” diye bize söylenince annem “Ben siz üzülmeyin, altı tane yeşil çıksın, sevinin diye yeşil yazdım” dedi.

Neşeli, eğlenceli, kahkahası bol, misafiri eksik olmayan, hep güzel yemekler yapılan, içilen, gülünen, macerası bol bir evdi bizimki. Veya biz her şeyi komik tarafından görüyorduk annem sayesinde. Ailemizin kalabalık halini çok özlüyorum. Birlikte çıkılan yolları, birlikte yenilen yemekleri, sohbetleri, çay kahve saatlerini. Her konuda konuşabilen, dertleşebilen, birbirinden gizlisi saklısı olmayan bir aileydik. Artık büyüklerimiz yok, hayatta değiller ama biz yine aynı şekilde artık ailenin büyükleri olarak bu gelenekleri devam ettiriyoruz. Kahkahası, eğlencesi bol sohbetler, birlikte keyifle oturulan sofralar, seyahatler…

 Bu arada belki merak edersiniz arabanın renginde neye karar verdik diye; belirteyim: BEYAZ!