1981 yılında İzmir’de doğdu. Eğitim hayatı İzmir’de devam etti. 1999 senesinde kazandığı Dokuz Eylül Üniversitesi Kamu Yönetimi bölümü, ilk günden ona uygun olmadığını belli etmişti. Biraz meraktan biraz da başladığı işi yarım bırakmayı sevmediğinden, okulu bitirdi. Aynı sene, aynı üniversitenin Türkçe Öğretmenliği bölümünü kazandı. 2007 yılında okulundan mezun olur olmaz Mardin’in Derik ilçesine atandı ve burada, ayakkabıları hayallerinden büyük olan çocuklara öğretmenlik yapmaya başladı. Şu anda Bornova Bilim ve Sanat Merkezi’nde üstün yetenekli çocuklarla çalışıyor. Öğrendiği ilk günden itibaren okumak ve yazmak, kendisinde bir tutku oldu. Bir çocuk hikâyesi, Edebiyat İşliği dergisi Eylül 2014 sayısında yayımlandı. Dijital bir uygulama için yirmiden fazla çocuk hikâyesi yazdı. Halen büyük bir istekle okumaya, yazmaya; okutmaya, yazdırmaya devam ediyor.

Elini tişörtüne sürterek parmağına yapışan kanattan kurtulmaya çalıştı. Kaldırımdaki sinekle birlikte midesi de kıvranmaya başlamıştı. Daha fazla bakamadı sineğe, başını çevirdi. “Hadi al onu eline!” diyerek dürttü Ali. Kuzenine baktı dikkatlice. Bütün gün sokakta oynayan çocuk kavrukluğu ve canlılığı vardı yüzünde. Ona hiç benzemiyordu.

Kuzenleri gelmesini dört gözle beklemişlerdi. Kapıdan ilk girişi biraz ürkek olmuştu. Senelerdir görmediği insanlara hemen kaynaşması, alışması elbette zordu. Bunu herkes anlayışla karşıladı. Ancak ilerleyen günlerde de değişiklik olmayınca önce büyük halası söylenmeye başladı. İlk günler, “Gözlere bak, aynı Mehmet! Sütü çok seviyor, aynı Mehmet! Ne güzel de gülüyor aynı Mehmet!” sözleri; “Ayy soğukluğu aynı Mehmet! Bilmiş laflara bak, aynı Mehmet! Hemen de küsüyor, aynı Mehmet!” gibi sözlere evrildi. Beklenen Mehmet gelmemişti. Gerçi adı da Mehmet değildi. Babasının büyüdüğü odalarda, koştuğu bahçede, soluklandığı ağaç diplerinde dolaşan bir gölgeydi. Babasının gölgesi…

Kuzeni onu bir daha dürttü. “Nereye daldın gittin Mahir! Korkaklık etme! Altı üstü sineği örümcek ağına atacaksın.” Çocuklar arasındaki garip bir oyundu bu. Sineklerin kanatlarını koparıp duvar diplerinde ağ yapmış örümcekleri besliyorlardı. Kanadı koparılan sinek kıvranıyor, kıvrandıkça ağa daha çok dolanıyordu. Mahir’in hiç hoşuna gitmedi bu oyun. Sineklere üzüldü. Ancak sesini çıkarmadı. Bu sırada bahçenin kapısı açıldı. Dedesi elinde kocaman bir alabalıkla çıkageldi. Evden çok erken çıkmış olmalıydı, Mahir gittiğini duymamıştı. Etrafını saran çocukların başını okşayan dede, hepsine cebinden çıkardığı nane şekerlerinden verdi. Mahir de yanına gitti. Avcuna konan nane şekeri için minnetle başını kaldırıp teşekkür ettiğinde dedesinin bakışlarını kaçırdığını fark etti. “Beni sevmiyor.” diye düşündü. “Burada beni kimse sevmiyor.” Dedesinin, evin bodrum katına inişini izledi. Çocukların girmesinin yasak olduğu bir yerdi burası. Kuzenleri onu korkutmak için türlü türlü hikâyeler uydurmuşlardı evin bu bölümüyle ilgili. Ancak Mahir hiçbirine inanmamıştı. Yani onlara öyle söylemişti. Gerçekte ise geldiğinden beri onu kuşatan huzursuzluk, biraz daha sıkıştırmıştı ruhunu.

“Ali, geçen gece gelen sesleri duydun mu?” Mahir’den iki yaş büyük kuzeni, ona sürekli abilik taslayan Halil; Ali’yi çekiştirdi.  Ali hemen oyuna katıldı. “Yaa evet, duymam mı abi? Katır kutur, katır kutur! Dedem kim bilir kimleri kesiyordu yine.” Çocuklar gülmemek için kendilerini zor tutuyordu. “Yalan söylüyorsunuz! Beni korkutmaya çalışıyorsunuz, biliyorum!” diye çıkıştı Mahir. “İnanmazsan in de bak o zaman!” Halil’in meydan okuması Mahir’e bir adım geri attırdı. “Korkaksın oğlum sen! Korkak, korkak, koooorkak!” Ali de katıldı abisine ve sinir bozucu bir ritim tutturdular. Mahir daha fazla dayanamadı. “Yeter, korkak değilim ben! İneceğim işte, görürsünüz!”  Halil, Ali’ye göz kırptı. Mahir’i tuzaklarına düşürmüşlerdi. Mahir de bunun farkındaydı ancak korkmadığını kanıtlamak istiyordu. Korkuyordu. Kalbi göğsünden fırlayacakmış gibi atmaya başladı. Kafasına doğru bir sıcaklık yükseldi. Elleri terliyordu. Bedeni ondan bağımsızdı sanki. Merdivenlere yöneldi. İlk basamağa geldiğinde dönüp kuzenlerine baktı. İkisi de bunu yapacağını düşünmemişti, gözleri merak ve dehşetle doluydu. İnmeye başladığında Ali dayanamayıp seslendi: “Mahir gel lan, tamam! Korkmuyorsun anladık, dedemi kızdırma şimdi!” Mahir arkasına bile dönmedi, inmeye devam etti. Vişne ağacının gölgesiyle bodrum katı karanlıkta kalmıştı. Halaları, üst katta ağaçtan topladıkları vişnelerle reçel yaparken; dalından dökülmüş olanlar da Mahir’in ayağının altında bir böcek gibi eziliyordu. Kapının önüne geldiğinde duyduğu ses onu durdurdu. Gerçekten de Halil’in dediği gibi garip sesler geliyordu içeriden. Derin bir nefes aldı, pencereye tutundu. Karşılaşacağı manzaranın korkunçluğuna kendini hazırladı. Kafasını uzatıp baktığında dedesinin irili ufaklı bıçak ve çeşitli alet edevat arasında, büyük beyaz mermerden bir tezgâhın üzerinde yakaladığı alabalığı temizlediğini gördü. Aldığı nefesi bıraktı. Rahatlamıştı. Dedesi, sadece dedeydi işte, cani bir katil değil. Şimdi yukarı çıkıp kuzenlerine gördüklerini anlatmaya can atıyordu. Önce onları biraz işletecek, intikamını alacaktı. Yüzüne yersiz bir gülümseme geldi, kondu. Tam sessizce, görünmeden geri geri giderken ayağı ezdiği vişneler yüzünden kaydı ve başını merdivene vurdu. 

Gözlerini açtığında başucunda küçük halası vardı. Ali ve Halil cezalı gibi kapının yanında, ayakta dikiliyordu. Dedesini aradı gözleri odanın içinde. Boruları sökülmüş, şimdi sadece odanın içinde bir süs görevi gören sobanın yanında oturur buldu onu. Bakışları öfkeliydi. Buraya geldiğinden beri dedesi doğru düzgün yüzüne bakmamıştı. Özellikle küçük halası babasının inadını kırmak, onun taşlaşmış yüreğini yumuşatmak için çok uğraşmıştı. Mahir öfkenin sebebini hiç anlamamıştı. Oysa buraya gelmesini en çok isteyen de dedesiydi. “Mehmet’e çok benziyorsun. Belki ondandır,” diyordu halası. 

“Çocuk kendine geldi,” dedi dedesi. “Mahir, baba! Mahir! Adını söyle artık. Böyle kızgın kızgın da bakma. Nasıl korkuyor görmüyor musun? Kanadı kırık bir kuş, garibim zaten.” Halasının acıyarak söylediği tüm sözler; cümle cümle, kelime kelime, harf harf geldi saplandı Mahir’in yüreğine. “Kanadı kırık bir kuş değil kanatları koparılmış bir sinek gibiyim burada. Dedem de beni bekleyen örümcek,” diye düşündü.

“Neyse ne. Sabah çocukları hazır edin. Kızılırmak’a balık tutmaya götüreceğim.” Kapının yanında bekleyen Ali ve Halil heyecanla kıpırdandı. “Çocuk gelmeyecek. O cezalı.” Yaşlı adam odadan çıktığında son sözü hala havada asılıydı: “O cezalı.” Mahir kuzenlerine baktı. Şaşkın ve üzgün görünüyorlardı. Halası teselliye çalıştı. “Biz de seninle yarın uzaktaki parka gideriz Mahir. Ha, ne dersin?” Mahir cevap vermedi. Gözlerinden damlalar yavaşça yuvarlanmaya başladı. Gittikçe hızlanan ağlamasını durduramıyordu. Arkasını döndü. Halası ve kuzenleri sadece sarsılan sırtını görebiliyorlardı. O gece ağlayarak uyudu.

Henüz gün aydınlanmamışken Ali’nin sesiyle uyandı. “Mahir, hadi kalk! Mahir…”  Bir an nerede olduğunu, zamanı, her şeyi unuttu Mahir; kuzenine boş gözlerle baktı. “Hadi kalk be oğlum! Dedem seni de çağırıyor. Irmağa gidiyoruz.” “Beni de mi? Ama, ama ben cezalıydım.” “Ben bilmem. Dedem, söyle gelsin, dedi. Çabuk, onu kızdırmayalım.” Mahir günlerdir bunu bekliyormuş gibi fırladı yataktan. Pantolonunu ayağına geçirir geçirmez kuzeninin arkasından bahçeye çıktı. Dedesi, sütçü kardeşinden ödünç aldığı at arabasının üstündeydi. “Hadi atlayın!” dedi. Çocuklar heyecanla arabaya atladılar. Güneş kendini göstermeye başladığında yolu yarılamışlardı. Tek atın çektiği araba hızlı gitmiyordu ancak çocuklar için kırsalın ortasındaki bu yolculuk çok keyifliydi. 

Kızılırmak göründüğünde yaşlı adam arabayı kuytu bir yere çekti. “Bundan sonrasını yürüyeceğiz,” dedi. Sazlıkların arasında kıvrılan patikayı takip edip kıyıya vardılar. Malzemelerini çıkardılar. “Hay aksi!” Çocukların gözleri dedelerine çevrildi. Keyiflerini kaçıracak hiçbir şey olsun istemiyorlardı. “Çocuk!” Mahir irkildi birden. “Efendim dede?” “Misafirlik ettiğin yeter! Yemleri arabada unutmuşuz. Bir koşu git, al, gel.”  Mahir ne diyeceğini bilemedi. Kuzenlerine baktı. Halil başıyla git işareti yaptı. Mahir çaresiz geldikleri patikaya döndü. Arabaya ulaştığında atın sakin sakin otladığını gördü. Eşyaları yokladı. Yem kutusunu buldu. İçinde büyük bir iş başarmanın gururuyla sazlıklara doğru yürümeye başladı. Daha on adım atmamıştı ki ayakkabılarının ıslandığını fark etti. Biraz daha ilerlediğinde suyun seviyesi de arttı. Korkuyla etrafına bakındı. Ne Halil, ne Ali ne de dedesi vardı ortalıkta. At arabasına dönmeyi düşündü ancak yükselen su toprağı hemen çamurlaştırmış, bataklığa çevirmişti. Hareket etmek çok zordu. “Dedeeeee, dedeeeee!” Saplandığı yerden kurtulmaya çalışırken avazı çıktığı kadar bağırıyordu da. Ancak kimse gelmiyordu. “Dedeeee, neredesin!” Su seviyesi iyice yükselmiş, beline ulaşmıştı. Mahir hıçkırıklara boğuldu. Gözyaşları Kızılırmak’ın soğuk sularına karıştı. Burada öleceğini düşünerek kendini suya teslim etti. Bedeni de suyla birlikte yükselirken dedesinin güçlü eli yakaladı kolunu, sertçe kıyıya çekti. Mahir, orada ne kadar kaldıklarını, ne kadar sarıldıklarını, ne kadar beklediklerini kestiremedi. Halil ve Ali, barajın kapaklarını açan telaşlı görevlilerle yanlarına geldiğinde hava çoktan kararmıştı. Mahir hâlâ dedesinin kucağındaydı, yaşlı adamın dudaklarından ise sürekli aynı kelimeler dökülüyordu: “Mehmet’im, Mehmet’im… Seni bir daha kaybetmeyeceğim…”