“O dallama bir daha bu kapıdan giremez.”
Babam ağzından çıkan bu cümleyi ya çok beğenmişti ya da sofradakiler üzerinde beklenen etkiyi yapmadığını düşünerek ayağa fırladı ve yineledi.
“O dallama bir daha bu kapıdan içeri giremez dedim.”
İri bedeni ve kararmış suratıyla kafasının üzerinden dik dik bakınca hepimiz ürktük. Sofrada bir kıpırdanma oldu. Kimi çatalını bıçağını tabağının yanına bıraktı, kimi önündeki bardaktan bir yudum su içti, kimi peçeteyle ağzını siler gibi yaptı. Babama bakan gözler sofranın en başından dönüp en ucunda oturan bana yöneldi. Doğrudan tabağıma diktim gözlerimi, sanki yemekten başka bir şeyle ilgilenmiyordum. Kimse cesaret gösterip tek bir söz edemedi. Neden sonra büyük amcam, “Abi tansiyonun çıkacak, gel bozma muhabbetimizi,” diyebildi.
Tam yanımda oturan küçük amcam kocaman eliyle usulca sırtımı sıvazladı. Fitne yengemin yüzünde bir tebessüm belirir gibi oldu ya da bana öyle geldi. Ukala yengem de benim gibi tabağına dalıp gitmişti. Babamın karısı, belli ki ortamı yumuşatmak için imambayıldı tabağına el attı, sonra nedense ani bir hareketle tabağı masaya bırakıp yerine geçip oturdu. Abimle göz göze geldik.
Babamın huyuydu bu, hepimiz bilirdik. Ne zaman aileyi bir araya toplayıp bir yemek daveti verse mutlaka bir olay çıkartır bizimle çatışırdı. Bu tür davetlerin öncesinde hep aynı soruyu sorardık kendimize.
“Bakalım bu sefer sıra kimde?”
Huzursuz bir adamdı. Kendi içindeki dalgalanmalarla baş edemez, acısını en yakınlarından çıkartırdı. Gerginlik, kavga, hır gür beslerdi onu. Birimizi mutsuz ettiğinde gülerdi yüzü. Kısa süren bu durağan dönemlerde dikkatini bir başkasına yönelterek onun da dengesini bozmak için uğraşırdı. Zeki bir adam olduğundan her birimizin kırılgan bir tarafını kolayca bulurdu. Bütün bunları yaparken bizim iyiliğimizi düşündüğüne, görmemiz gerekeni gösterdiğine, anlamamız gerekeni anlattığına inandırırdı bizi.
“Evren matematik demektir. Siz çevrenize bu gözle bakamıyorsunuz. İşte bu yüzden hata üstüne hata yapıyorsunuz,” diye çıkışırdı bize.
Gülüşürdük arkasından “Kim bilir öğrencilerine neler ediyor bu adam” derdik.
Bazen de sevimli biri olup çıkıverirdi karşımıza. “Gel doldur kadehini de seninle şöyle bir dertleşelim,” diyerek yanaşırdı. Huyunu bildiğimizden kendimizi içkinin rehavetine kaptırmaz, mesafemizi korur, ayrıntılara girmemeye özen gösterirdik. Tam bir teslimiyet içinde ona yakınlaştığım, içimi döktüğüm bir gün bile olmamıştır.
Doğup büyüdüğüm bu tek katlı evin ince uzun bir balkonu vardı. Yaz geceleri akşam yemeğimizi o balkonda yerdik. Babam “Dünya üzerindeki cennet işte burası,” der, masanın başına oturup ona hizmet etmemizi beklerdi. Annem hayattayken sanki daha uyumluydu. Belki de küçük olduğumuzdan pek anlamazdık. İkinci evliliği onu daha geçimsiz biri haline getirdi. Yaşlandıkça dediğim dedik bir despota dönüştü. Evden ayrılıp kendi yolumuza gitmiş olmamızı kabul edemez, bizi yönetmekten kendini alamazdı.
Dallama dediği benim canımın içi kocamdı. Tamam, Mahmut’un bazı zaafları vardı. Babama göre çok yanlış bir seçim yapmış olsam da biz mutluyduk ve ben bütün ailemin önünde ona dallama dedirtmezdim. Özellikle fitne yengemle ukala yengem o masada otururken. Onların çocuklarının da bir dizi eksiği, hatası vardı ancak onlar hep gizlenir, çocuklar cilalanıp parlatılarak kusursuz bir mobilya gibi gururla sergilenirdi.
O gece Mahmut babamın huyunu az çok öğrendiğinden, suya sabuna dokunmadan, havadan sudan konuşarak ve ben eminim bir an önce şu aile yemeği bitse de evimize gitsek, diye düşünerek yanımda oturmaktaydı. Gece ilerlemiş, bardaklarımız boşalmıştı. Kimse babamın yanında duran rakı şişesine uzanamıyor, hepimiz onun boşalan bardaklarımızı görüp, şakayla karışık isteyene verilir demesini bekliyorduk.
Mahmut beni dinlememiş, sofraya oturmadan mutfakta bir iki duble kadar yuvarlamıştı. Üçüncü kadehten sonra iyice rahatlamış olacak ki, masanın bir ucundan kalkıp, boş kadehini babamın gözüne sokar gibi sallaya sallaya, ta öbür ucuna kadar gitti. Orada durup, “Ver bakalım hocam,” der demez kıyamet koptu. Babamın yüzü önce morardı sonra kapkara oldu. Rakı şişesini uzatır gibi yaparak Mahmut’un tam önüne fırlatıp yere attı. “Al bakalım.”
Şişe paramparça olmuştu, cam kırıkları tüfekten fırlayan saçmalar gibi, etrafa yayıldı. Anason kokusu bir anda bütün balkonu kapladı, yaz gecelerinin o güzelim hanımeli kokusunu acımadan bastırdı.
Mahmut aval aval baktı babama. Olanı biteni kavrayamamış gibi durup öylece baktı ama bu çok sürmedi, birden elindeki bardağı kırık şişelerin üzerine fırlatıp arkasını dönüp gitti.
Hepimiz şaşırıp kaldık. Ne vardı bunda, alt tarafı bir kadeh rakı istemişti kocam, veriverseydi sanki ne olurdu… İşte tam o ara çıktı ‘dallama’ sözü ağzından.
Abimle göz göze gelince onun bakışlarında “haydi” der gibi bir parıltı sezdim. Kendimi iğneli bir fıçının içinde büzülmüş otururken gördüm. Kıpırdayamıyordum, ufacık bir hareketimle iğneler bedenime batıyor canım yanıyordu. Bana sadece acı veren bu karanlık fıçıyı kırıp dışarı çıkmanın zamanıydı artık. Sıra bana gelmişti. Elime boş rakı bardağını alıp yerimden kalktım ve masayı baştanbaşa geçip tam babamın önünde durdum.
“Olmaz olsun senin gibi baba,” diyerek kadehimi cam kırıklarının üzerine fırlatıp kocamın peşinden gittim.
*******
Abimi bekliyorum. Biz de herkes gibi bir inşaat firmasıyla anlaştık, babamın evini kat karşılığı veriyoruz. Abim dün aradı, “Yıkım ekibi gelmeden evde buluşalım, son bir kez gözden geçirelim,” dedi.
Evde bulduğum kırık dökük eşyalardan iki iskemle çıkarttım arka balkona. Eski masa tüm görkemiyle hâlâ oradaydı. Boydan boya uzanmış arka balkonu boydan boya kaplamıştı. Ucuna ikimiz için küçük bir sofra kurdum. İki çay bardağı rakı için (Babam ölünce annemden kalan antika rakı kadehlerini evime götürmüştüm) iki su bardağı, iki tabak ve ağır bir metalden yapılmış kocaman iki çatal. Yanımda getirdiğim nevaleyi sofraya dizdim: buzsuz rakı, beyaz peynir, birkaç zeytin ve biraz kuruyemiş. Abim görünce “Afferim kız, iyi düşünmüşsün,” diyecekti. Onu beklerken kendime bir kadeh doldurup oturdum. Balkonun bitiminde uzamış otların bürüdüğü bahçe başlıyordu. Birkaç bodur ağaca sarılmış sarmaşıklar ve yılda bir kez en fazla üç salkım ‘Pembe Çavuş’ üzümü veren asma, çardağa zar zor tutunmuş bana bakıyordu. “Bizi kesip atacaklar, burası araba parkı olacak, için sızlamaz mı?” diye sitem ettilerse de aldırmadım. Balkonun kenarında yükselen armut ağacı boynunu büküp “Ayrılık zamanı” dedi. Hiç meyve vermemişti bu yıl, küskündü. Gene saplanıyordu iğneler bedenime, oysa iğneli fıçımı kırıp içinden çıkarak babama ilk karşı geldiğim yerdi burası. O günden sonra babam benden çekinir olmuş, ben ondan çekinmez olmuştum.
Abim geldi “Afferim kız, iyi düşünmüşsün” dedi. Önce evi dolaştık. Bir şey kalmamıştı. Tavan arasında o eski dergileri bulunca kahkahalar attık. Benim çocukluk arkadaşım Leyla’nın babasınındı onlar. ‘Ayıp Mecmualar’ derdik. Leyla bazen onlara bakar gelir bana anlatırdı. Ben hep merak ederdim. Annesiyle babasının evde olmadığı bir gün bizim evden uzun tahta merdiveni alıp onların köşküne taşıdık. İki evin arasında sadece küçük bir tarla vardı ama merdiven giderek ağırlaştığından üçümüz de kan ter içinde kalmıştık. Abim ikinci katın penceresinden içeri atlayıp birkaç dergi yürüttü. Kuyu başına gizlenip dergilerin sayfalarını çevirmeye başladık. Resimleri inceliyor pek bir şey anlamıyorduk. Abim, “Bakın burada yazıyor, bu penis bu da vajina, bu bunun içine girince bebek olurmuş,” dedi. Böylelikle ilk cinsel eğitimimizi almış olduk. Abim şimdi o eski dergileri katlayıp cebine koyuyor, “Bunlar bende kalsın,” diyordu. Birbirimize bakıp hin hin gülümsedik.
Merdivenlerden inerken babaannemin kuştüyü yorganlar gibi yumuşacık, ılık sesini duydum. Salonda pencerenin önünde ayakta duruyordu. Tığ işi perdelerin çiçekleri, kayısı renkli entarisine yansımış akşamın güneşiyle büzgülü eteklerinin arasında oynaşıyordu. Babaannem Yunus Emre’den bir ilahi okuyordu.
Şol cennetin ırmakları, akar Allah deyu deyu
Çıkmış İslam bülbülleri, öter Allah deyu deyu
Aydan arıdır yüzleri, misk’ü amberdir sözleri
Cennette huri kızları, gezer Allah deyu deyu
Salmadaki kanaryalar ona katılmış hep bir ağızdan şakıyordu.
Abime sordum: “Duyuyor musun?”
“Neyi?”
“Babaannemin kanarya cıvıltılarına karışan sesini.”
“Yürü çıkalım evden,” dedi abim “Sen gene gaipten sesler duymaya başladın.”
“Evet evet çıkalım, rakı sofrası bizi bekliyor.”
Sonra başladık konuşmaya. Ben sordum.
“Bizim daireler kaç metre kare olacakmış?”
“Yüz kırk.”
“Ne zaman biter dersin?”
“Nereden baksan bir buçuk yılı bulur.”
“Eh desene zengin olmamıza az kaldı…”
Rakıyı bitirene kadar şundan bundan konuşup durduk. Yeni zenginlik, yeni beklentiler, yeni yaşam biçimi sohbetimize heyecan katıyordu. Şişe boşalınca abim bana göz kırptı.
“Haydi bu şişeyi de yere atıp kıralım.”
“Haydi,” dedim “Sen şişeyi kır, ben de bardakları.”
Öyle yaptık. Gene saçıldı cam kırıkları dört bir yana. Bahçede birbirine karışmış bütün bitkileri, ince uzun balkonu ve baba evimizi gecenin karanlığında bırakıp çıktık.
Günümüzde Erenköy’de apartmanlar yükseliyor. Bahçe içinde tek bir ev bile kalmadı.