Son dönemde aile içinde yaşanan şiddet olaylarında ciddi bir artış var. Gerek basından gerekse sosyal medyadan şiddetin geldiği boyutu görmek mümkün. Biz de şiddet sarmalının kendini bu kadar hissettirdiği günlerden geçerken temamızı ‘Aile’ olarak belirledik. Siyaset Bilimci ve yazar Fatmagül Berktay, İnsan Hakları Savunucusu Hacer Foggo ve özellikle aileyi konu alan kitaplarıyla tanınan yazar Nihan Kaya’ya aile kavramını sorduk. 

“Kadınlar ve çocuklar için aile sığınak olmalıdır, cehennem değil.”

Fatmagül Berktay – Türk Siyaset Bilimci, Akademisyen ve Yazar

“Evrensel insan hakları nerede başlar? Eve yakın, küçük yerlerde -öylesine yakın ve küçük yerlerde ki, dünya haritalarında görünmeleri mümkün olmaz. Oysa onlar bireyin dünyasıdır (…) ve her kadın, erkek ya da çocuk adalet, fırsat ve onur eşitliğini böyle yerlerde arar.”  

İşte aile böyle küçük yerlerin başlıcasıdır; burası içindekiler için bir sığınaktır, öyle olmalıdır ama ne yazık ki kadınlar ve çocuklar için çoğu zaman cehennem olur. Bugün aile eşitlikçi ilişkilerin egemen olduğu bir sığınak olmaktan çok uzak. Çünkü babanın, kocanın tahakkümünü meşrulaştıran ataerkil sistemde erkekler dış dünyada yaşadıkları yoksullaşmayı, yabancılaşmayı, güçsüzleşmeyi aile içinde kadınlar ve çocuklar üzerinde sahip oldukları iktidar ilişkilerinde telafi etmeye çalışıyorlar. Buna karşılık tam da bu ilişkiler nedeniyle kadınlar özerklikten, kendi yaşam ve bedenleri üzerinde söz sahibi olma hakkından mahrum bırakılıyorlar. 

KADINLAR SADECE ANNE OLARAK TANIMLANAMAZ

Bugün geleneksel aile değerleri neden yüceltiliyor? Neden “erkekleri hadım edici kadınları” koruduğu varsayılan laik yasaların değişmesi talep ediliyor? Neden aile içi şiddete karşı kadınları korumayı amaçlayan 6284 sayılı yasaya bu kadar tepki gösteriliyor ve iptali isteniyor? Çünkü bu yasalar ailenin karanlık, özel alanında erkeklerin kadınlar ve çocuklar üzerinde uyguladıkları egemenliğin kısıtsızca kullanılmasını engellemeye yönelik. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasının ve diğer kazanılmış hakların geri alınmaya çalışılmasının nedeni de bu. İstenen, kadınların kendi haklarına sahip özerk bireyler olmaktan, meslek sahibi bağımsız özneler olmaktan çıkmaları (öyle boşanmaya filan kalkışmamaları, boyunlarını büküp “deveyi gütmeye devam etmeleri”) ve otoriter bir yönetimin istediği biçimde hem kendileri itaat eden hem de itaatkâr nesiller yetiştiren ve ancak bunun karşılığında bir “lütuf” olarak korunmayı “hak eden” annelere dönüşmeleri. Elbette aile içinde annelik emeği ile ilgili her şey çok değerli, kadınların soyu üretme ve yaşatma yetisi olmazsa insanlık da olmaz. Ne var ki, kadınları salt bu tanıma hapsetmek ve özgürleşmelerine set çekmek onların birey/yurttaş olarak toplulukla ilişkisini kesen bir tutum ve aynı zamanda, aile içindeki tüm bakım işinin de kadınlara yüklenmesinin “meşru” gerekçesi yapılıyor.

Günümüzde sadece bizim toplumumuzda değil, neredeyse bütün dünyada “aile ve aile değerleri” güzellemesi yapılması hiç tesadüf değil. Bu durumu anlamak için günümüz neo-liberalizminin aile ile olan ilişkisine bakmak gerekir. Çünkü neo-liberalizmde aile ile piyasa arasında kurulan ilişki toplumsal cinsiyetçi işbölümüne dayalıdır ve bu durumun “herkesin yararına” olduğu kabul edilir. Neo-liberal iktisatçı Friedman’ın sözlerini hatırlayın: “toplumumuzda nihai işlem birimi birey değil, ailedir.”  Oysa Margaret Thatcher toplum diye bir şey yoktur, sadece bireyler vardır demiyor muydu? Demek ki söz konusu olan “ekonomik işlem birimi”yse, birey kolayca yerini aileye bırakıyor ve pandeminin açıkça gözler önüne serdiği gibi bu cinsiyetçi işbölümü kadınlar aleyhine çalışıyor. Nitekim Batı ülkelerinde kendilerini tamamen özgürleşmiş farz eden kadınlar acı gerçekle pandemi döneminde yüzleşmek zorunda kaldılar. Neo-liberaller aynı zamanda muhafazakârdır ve bireyi, heteroseksüel çekirdek aileyi ve cinsiyet farkını ontolojikleştirmeye, doğallaştırmaya meyillidirler. Yani “fıtrat” tartışması aslında Batı toplumlarına da yabancı değil, bu terimlerle ifade edilmese de.

AİLEYE YÖNELİK KAMPANYALARIN TEMELİNE BAKMAK ŞART

Özellikle, ekonomik koşullarla ve toplumsal direnişlerle baş etmekte zorlanan otoriter siyasal iktidarlar dünyanın her yerinde geleneksel aile ve eşitsiz toplumsal cinsiyet kimliklerini pekiştirmeye çalışıyorlar. Onlara göre kadınlar yerlerini ve “hadlerini” bilirlerse, evlerine ve annelik görevlerine dönüp iş ve istihdam alanlarından çekilirlerse erkek işsizliği azalacak, erkeğe itibarı iade edilecek, böylece hem ekonomi, hem ataerkil aile, hem de geleneksel ahlâk kurtulmuş olacak. “Erkek erkekliğini, kadın kadınlığını bilince” bulanık ara alanlar da olmayacak. Küresel olarak deneyimlemekte olduğumuz cinsel ve bedensel haklar konusundaki uluslararası geri gidiş çabası ve toplumsal cinsiyet kimliğini, cinsel yönelimi, kadınların üreme sağlığını ve haklarını hedef alan “geleneksel değerler” ve “ailenin korunması” kampanyaları işte bu isteğin göstergeleri ve siyasal iktidarların sadece kadınlar üzerinde değil, toplumun tümü üzerindeki denetimi arttırma çabasıyla ilişkili. Çünkü aile içindeki hiyerarşi toplumun genelindeki hükmetme ve itaat ilişkisini örnekliyor, doğallaştırıyor, pekiştiriyor. Toplumun temeli olmasını özledikleri aile böyle bir şey, yani erkek otoritesinin sorgulanmayıp yüceltildiği bir kurum.

Nitekim Türkiye’de de kadının aile içindeki işlevi, devlet dolayımıyla toplumun istikrarının ve milletin “bekası”nın temel taşı yapılmaya çalışılıyor. Yani kadınlar “fıtratları” dışına çıkmaya çalışırlarsa (özgürlük, eşitlik ve bireyleşme peşinde koşarlarsa), bu sadece kendilerinin veya ailelerinin kaderini değil, tüm toplumun kaderini belirleyecek, toplumun ahlâkını ve düzenini tehlikeye sokacak çok tehlikeli bir “musibet” olarak değerlendiriliyor. Hep bildiğimiz gibi bugün İslami hareketin itirazı ne neo-liberalizme ve modern ekonomik yapılara, ne de yeni teknolojilere. Tersine modern teknoloji kullanımı daima övünme vesilesi.  Ama kimin kiminle evlendiği, nasıl giyindiği, cinselliğini nasıl yaşamak istediği, sokakta kahkaha atıp atamayacağı vb. esas problem ve bireysel ahlak üzerindeki bu müdahaleler son kertede toplumsal cinsiyet rollerine, özellikle de aile içinde kadınların konumuna ve kamusal alandaki görünürlüğüne ilişkin. 2010 sonrasında otoriterlik ve İslamcılık söylemi belirginleşen AKP’nin toplumsal cinsiyete ilişkin konuları aile, cemaat ve piyasanın yeni işlevleri ve rolleriyle bağlantılı biçimde muhafazakâr değerlerin neo-liberal dağıtımını düzenlemek için bir araç olarak kullandığını iyi biliyoruz.

Ne var ki Türkiye’de kadınlar böyle bir cendereye sıkışmayı kabul etmiyorlar ve her alanda bağımsızlıklarını, eğitim ve meslek sahibi olma haklarını savunuyorlar ve hangi kesimden olurlarsa olsunlar var olan haklarını kullanmaya çalışıyorlar. Bu durumun erkek egemenliğine tehdit anlamına geldiği açık. Dolayısıyla geldiğimiz noktada, Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına adım atmışken, medeni kanunda ve laiklikte gelenekçi ve cemaatçi gedikler açılması çabası, kadına yönelik şiddetin eğitimli ve kentli kesimler dahil her yerde inanılmaz boyutlara varması, erkek iktidarının kadınların güçlenmesi karşısında duyduğu derin endişenin ve korkunun ifadesi olarak değerlendirilebilir. Çünkü evet kadınlar güçleniyor, eskisi gibi itaat etmiyor, deveyi gütmektense cehenneme dönen diyardan kurtulmaya çalışıyor ve böylece hem kendileri değişiyor hem de bütün toplumun değişmesine önayak oluyorlar. Dolayısıyla bu durumun gelenekçi olan ve olmayan erkek cenahında bir telaşa, “eski güzel günlere dönme” özlemine yol açması doğal. Ama bu özleme ulaşmak hiç kolay değil, çünkü kadınlar direniyor; o zaman erkek şiddeti her geçen gün daha fazla cinayete kadar varıyor. Ne var ki, şiddet uygulanması da durumu değiştirmeye yetmiyor. Kadınlar pes etmedikçe de değişmeyecek. 

Yakın zamanda Cumhurbaşkanı, geleneksel aile değerlerini sorgulayan STK’lara seslenerek, madem adınız sivil toplum örgütü, öyleyse toplumun temeli olan aileyi savunun buyurdu. Bu örgütler ve kadın hareketi; içinde eşitlikçi ilişkilerin yaşandığı, korku, şiddet ve istismar yerine karşılıklı sevgi ve saygının egemen olduğu demokratik aileyi elbette savunurlar, savunuyorlar. Ama kimse onlardan kadınların ve çocukların cehennemini savunmalarını beklemesin. Bu cehennem toplumun temeli olmasın. Bizim özlemimiz, bu.

“Aile, çocukların gerçekten korunduğu yerdir”

Hacer Foggo – İnsan Hakları Savunucusu

Biraz yoksulluk/yoksunluk ve şu anki var olan durum üzerinden bakacağım “aile” meselesine. Pandemi döneminde annelerini Covid nedeniyle kaybeden 4-5 yaşındaki çocukları büyükanneleri yanına aldı. Onları ziyaret ettiğimde korkunç bir yoksulluk içinde yaşıyorlardı. Komşular “evde büyük anneye eşinin şiddet uyguladığını” söylüyorlardı. Çocuklar yarı aç yarı tok yaşıyorlardı orada. Çocukların korunması için başvurduğumuzda bakanlık çocukları almadı. Büyükanne de kızına ölmeden önce söz verdiği için çocuklardan ayrılmıyordu. Sonra büyükannenin eşi bir nedenle cezaevine girdi. Büyükanne çocuklara bakmak için çalışmaya başladı ve bir iş kazasında hayatını kaybetti. Çocukları büyükannenin kız kardeşi aldı ve kendisi de yoksulluk içinde yaşadığı için onları bir barakaya yerleştirdi. Aile bu çocukların gerçekten korunduğu yerdir benim için, sevgiyle, ilgiyle, sıcak korunaklı bir çatı. Çekirdek aile ya da kalabalık ya da bir devlet “çatısı” fark etmez, ihmale, istismara uğramadan güvenle uyudukları yeri çocuklara açandır aile.

“Çocuklarını gerçekten tanıyan ailelere ‘iyi aile’ denir.”

Nihan Kaya – Yazar 

Sorun aslında “aile” kavramında değil, “aile” kavramı etrafına inşa ettiğimiz suni değerlerde. Türkiye’de, insanların bizim hakkımızda ne düşündüğünü fazla önemsiyoruz ve bu yargılanma korkusu, kurduğumuz aile yapısı içine de yerleşiyor. “İyi aile” imgemizi ne kadar ciddiye alırsak hakikaten de iyi bir aile olabilmemiz o kadar müşkül hale geliyor. Bence çok uzun zamandır devam eden sorunlarımızın kökü burada. “İyi aile” deyince birçok insanın aklına maalesef hâlâ çocuğuna iyi değerler aşılayan aile geliyor. Ne kadar iyi bir anne/baba olduğumu belirleyen şey, çocuğuma ne kadar şey öğrettiğim değil halbuki. Çocuğumdan ne kadar öğrenebildiğim. Aileler “Başkaları ne der?” korkusuyla iyi aile olmaya odaklandıklarında çocuklarını tanıyamıyorlar. Dünyadaki kötülükler, kişinin doğuştan getirdiklerinden kaynaklanmıyor. Tersine, kişilerin doğuştan getirdiklerini gerçekleştirmeleri engellendiği için şu an kötü bir dünyada yaşıyoruz. Winnicott bunu çok güzel açıklamıştı.