Hiçlikten aitliğe uzanan kırmızı iplik: “Aile”
İstanbul Modern’de, herkesin fotoğraf çekilip sosyal medyada paylaştığı o sergiyi görmeye gittiğimde, içimde onunla kuracağım bağdan habersiz, anlam veremediğim bir merak vardı. Karmakarışık görünen bu tablo aslına bakıldığında birbirine geçmiş kırmızı ipliklerden ve yerde duran birkaç bavuldan fazlası değildi. Her zaman yaptığım gibi sergiye dair hiçbir şey bilmeden, kime ait olduğuna bile önceden bakmadan içeri girdim. İstisnasız hep böyle yaparım. Sanatçının dünyasına ilk girdiğimde yarattığı her şeyi temiz bir zihinle incelerim. Gördüğümde bende neler uyandıracak, bilinçaltımda yatan ilk hangi şeyi bana gösterecek düşüncesiyle, bilerek yaparım bunu. Bir yandan da acaba sanatçının anlatmak istediğini ilk bakışta ne kadar görebiliyorum diye kendimi ölçerim. Bir nevi oyun gibi hem eğlendiğim hem de düşündüğüm bir pratiktir benim için. O gün de yine aynı adımlarla ilerlemiştim. Bakmaya, incelemeye başladığım andan itibaren diğer sergilerden bağımsız, içimde ilk defa farklı bir şey uyandı ve aslında bu yüzden bunu kaleme almak istedim. Genelde sanatçıların yaratmış olduğu eserle ilk bakışta aramda duygusal bir mesafe olur. Görür, hazmeder, kendiliğinden bağ kurmaya başlar ve bir süre sonra sanatçının yarattığı eserle aynı duygu düzlemine gelmeyi başarırım. “Dünyalar Arasında” sergisi karşımda belirdiğinde ise her şey tam tersine akmaya başladı. Nedenini bilmediğim bir şekilde ‘eserle duygusal mesafe duvarı’ diye adlandırdığım şey daha içeri girdiğim ilk andan itibaren yoktu. Sanki görmeye başladığım anda sanatçıyla duygularım aynı düzleme oturmuştu.
Bavulların her biri Shiota için bir insanı temsil ediyorken, ev, aidiyet ve kimlik kavramlarını sorgulatıyordu.
Dağınık, karışık ve algı karmaşası yaratan her şey nedenini bilmediğim bir şekilde benim için hep daha fazla dikkat çekici olmuştur. Birbirine geçmiş kırmızı ipliklerin içinde, yerde duran bavullara baktığımda dışardan görünenin aksine bir sadelik ve durgunluk hissettiğimi anımsıyorum. Bir yandan aramda garip bir bağ oluşmuştu, diğer yandan da sanki bana hissettirdiklerini benimsemiş gibi çoktan sahiplenmiştim. Baktığımda ilk düşündüğüm şey bavulların her birinin bir bireyi temsil ettiği fikriydi. Eğer bireyi temsil ediyorsa, bu kırmızı iplikler dünyayı ve haliyle yaşamda var olmaya çalışırken karmaşanın içinde kaybolan o insanı anlatıyordu. Sanatçının göstermek istediğinin bu olduğundan emin değilsem de artık beni neden bu kadar çektiğinin farkındaydım. Biraz daha seyrettikten sonra sanatçının yarattığı asıl şeyi öğrenmek için koridora çıkıp hemen yan taraftaki duvarda asılı olan anlatımı okumaya başladım.
Eserin yaratıcısı Chiharu Shiota isimli bir Japon performans ve enstalasyon (yerleştirme sanatı) sanatçısıydı. Eserinde ‘arada bir yerde’ olma duygusunu odağına yerleştirdiğini, kırmızı ipliklerin ‘yokluk içinde var olma’ temasını vurguladığını, kırmızının ise damarlardaki kanı ve hayatın akışını temsil ederken, metaforik olarak insanları, duyguları ve anıları birbirine bağladığını öğrendim. Okurken bir yandan da gözlerimi kaçırarak içeri bakmadan edemiyordum. Bavulların her biri Shiota için bir insanı temsil ediyorken, ev, aidiyet ve kimlik kavramlarını sorgulatıyordu. İçinde taşıdıkları nesnelerin ötesinde, duyguları ve anıları da taşıyan, geçmişe ve geleceğe vurgu yapan sembollerdi.
Bütün mutlu aileler birbirlerine benzerler, her mutsuz ailenin ise kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.
Öğrendiğim bu bilgilerle tekrar içeri döndüğümde aklımda iki soru vardı. Birincisi ben neden o bavulların da birbirine ipliklerle bağlı olduğunu görememiştim? İkincisi eğer bu bavullar ev, aidiyet, kimlik kavramını sorgulatıyorsa insanın doğduğu andan itibaren kendini ait hissettiği ilk yer neresiydi, ya da böyle bir yer gerçekten var mıydı? Bunları düşünürken ipliklerin arasında tekrar gezinmeye, bavulları daha dikkatli incelemeye başladım. Bavulların birbirine bağlı olduğunu fark edince bir süre sonra onları bir bütün olarak gördüm. Her bavul yani aslında her insan birbirine görünmez iplerle bağlıydı. Dünya üzerinde bizi birbirimize ait kılan da buydu. Aklıma hemen bir insanın ilk ne zaman aidiyeti hissettiği sorusu düştü. O an bu kavramın aslında doğduğumuz evde yeşermeye başladığıyla yüzleştim. “Aile!” Hani Tolstoy’un hafızalarımızdan silemediğimiz o “bütün mutlu aileler birbirlerine benzerler, her mutsuz ailenin ise kendine özgü bir mutsuzluğu vardır,” cümlesindeki aile. Nedense hemen bu cümle belirmişti zihnimde. Kurcalamadım, genelde zihnime düşenlere teslim olmayı tercih ederdim zaten.
Aile dünyaya geldiğimizde ait olma şansının bize sunulduğu ilk yerken, bunu gerçekleştirememiş, gerçekleştirmesine izin verilmemiş yüzlerce insanın evi. Ait olmayı deneyimlerken aynı zamanda bazen dışlanmayı, ötekileştirilmeyi, reddedilmeyi, yabancılaşmayı da ilk öğrendiğimiz, tattığımız yer. İşte o an kırmızıyla çevrili, gözümü kamaştıran bu dünya bir anda Tolstoy’un da altını çizdiği “her ailenin kendine özgü mutsuzluğu vardır” cümlesini ve baktığında herkesin kendine özel mutsuzluğunu gördüğü bir yaşamı temsil etmeye başladı. Bu yüzden sergiyi ilk gördüğüm andan itibaren duygularım sanatçıyla aynı düzleme oturmuştu. Belki de bilmeden kendi ailemin mutsuz yanlarıyla bakışıyordum. Her birimiz tıpkı birbirine geçmiş o iplikler gibi karmakarışık bir dünyada var olmaya çalışıyoruz. Yine her birimiz içine doğduğumuz aileye hatta dünyaya zaman zaman yabancılaşıyor ve bundan rahatsızlık duyuyoruz. Aslında birbirimizden bağımsız yaşadığımız o özgün mutsuzluklarımız, tıpkı birbirine iplerle bağlı olan bavullar gibi bizi birbirimize ait kılıyor.
Gün sonunda içinde olduğum eser artık bana aidiyet duygusunu, kendi özgün mutsuzluğumun ortasında yaşatıyordu. Elbette bu dünyayı ziyaret eden herkes aynı şeyleri yaşayıp çıkmayacaktı, ama ben merdivenlerden inip, dışarı çıktığımda yüzüme vuran rüzgarla beraber almam gerektiğini aldığımdan emindim.