Aile için toplumun çekirdeğidir benzetmesini yapan kişi, çekirdeğin dünyayla temasının olmadığı ilk anda büyüyen, kırılgan, kendinden başka bir şeye dönüşmek için yaratılmış, kabuğunun içindeki özü kabuğun iradesi dışında değiştirip dönüştüren bir yapıyı temsil ettiğini de biliyor olmalıydı. Bilmiyorsa ailenin handikapları konusundan da bihaber olduğunu söyleyebilirim. Çünkü aile de bizim çekirdeğimizdir ve çekirdekten dünyaya giden yolun başında duran aile bir süre sonra bizi özgürce kendi yolumuza sürmektense görünür görünmez travmalarla hep bir gölge olarak o yolda var olmaya devam eder.
Birçok filozofa göre aile, toplumsal yapının oluşması ve dünyada devamlılığın ve düzenin sağlanması için kurulması gereken bir yapıdır. Bu yapının kurucu rolleri kadından erkeğe doğru değişir. Anaerkil dünya yerleşik yaşama geçilmesiyle yerini ataerkil düzene ve sanayi devrimiyle de daha ileri olduğu iddia edilen yaşam koşullarına bıraktıkça işler daha da kompleks bir hal almış.
Günümüze gelindiğinde aile olmak gitgide zorlaşıyor. Çünkü aile olmanın tüm dünyaya karşı sırtını dayayabileceğin bir dayanak ve her şeye rağmen seni sen olduğun için seven insanlarla birlikte yaşamak demek olduğunu ya insanlar unutuyor ya da ekonomik koşullar bunu hatırlatmakta zorluk çektiriyor. Eğitimsizliğin, işsizliğin, küçük derebeylikler gibi konumlanan güçlerin yaşadığı ortamlarda aile olmanın, o ailelerde büyüyen çocuklar olmanın ne denli acı olduğunu bize son yıllarda artan ve kalbimizi yaralayan çocuk cinayetleri gösteriyor.
Çünkü elverişsiz koşullarda yaşayan insanların coğrafyasında kol kırılıp yen içinde kaldıkça daha güçlü bir aile olunuyor. Çocuk çocukluğunu, kadın kadınlığını bildikçe aile yapımız şaha kalkıyor.
Mesleğinde başarılı, şehirli, modern genç ve bekâr kadınların en güzel zamanlarında aile baskısıyla savaştığını görüyoruz örneğin. Alt sosyal sınıflarda ailenin tüm yaşamsal yükü kadınların ve çocukların sırtına binse de karar mercileri erkekler oluyor. Sosyal piramidin en üst seviyesinde yer alan ailelerde bile aile şirketlerinde var olmaya çalışan gençlerin yine aileleriyle çatıştığını görüyoruz.
Peki kurumlardan azade kendi yolunu çizmeye malik bireyler olarak yaşamaya başlarsak, aile birliği çöker mi?
Bu soruyu yılbaşında Amorf Kitap’tan yayımlayacağım bir roman üzerinden cevaplamaya çalışayım. Romanın adı Uzuvların Dili. Cinsel yönelimleri birbirinden farklı iki kadının kendini arayıp bulma yolculuklarının anlatıldığı kitapta aile, geçmiş travmalar, seçimler ve yas temaları çok derinden işlenmiş.
Seksenli yıllarda AİDS salgını döneminde geçen romanda birbirinden farklı iki kadın karakter tanıyoruz. Bir tanesi cinsel yönelimi nedeniyle ailesinin kendisini dışlamasından kaçıp kendine yeni ve bilinenin dışında bir aile aramaya başlıyor, bir diğeri ise mutlu bir evlilik yapmak isterken aileden miras kalan travmalarıyla bir başka boyutta yüzleşmeye çalışıyor.
Bu dünyada her şeyin tek bir tanımı, tarifi ya da yolu yoksa, bazen doğrular gibi yanlışlar da bir tane değilse ve dünya herkesin kendine bir yol haritası bulabileceği kadar büyükse aileyi de yeniden içinde rahatça yaşayıp varolabileceğimiz şekilde yeniden tanımlamamız mümkün. O zaman vicdanı da toplumu da yeni ve huzurlu bir yaşamı da yeniden oluşturabilme ihtimali doğar.