1978 yılında İstanbul’da doğdu. 2003 yılında İstanbul Bilgi Üniversitesi Medya ve İletişim Sistemleri bölümünden mezun oldu. 2004 yılında Ruşen Çakır ve İrfan Bozan’la birlikte İmam Hatip Liseleri: Efsaneler ve Gerçekler başlıklı raporun hazırlanmasına katkı sundu. 2007 yılına kadar Nokta dergisinde, sonrasında da Express ve Aktüel dergilerinde Dış Haberler bölümünde çalıştı. Marmara Üniversitesi’nde Ortadoğu Siyasi Tarihi Uluslararası İlişkiler konusunda yüksek lisans yaptı. 2012 yılında Filistin sorunu ve El Fetih’in Dönüşümü başlıklı yüksek lisans tezini tamamladı. 2010-2013 yılları arasında yeşil iş, yeşil ekonomi konusunda faaliyet yürüten EKOIQ dergisinde editörlük ve muhabirlik yaptı. 2016-2019 yılları arasında Gazete Duvar dergisinde çalışan Balkan Talu şu anda Kadir Has Üniversitesi Kütüphanesi’nde çalışıyor. İlgi alanları arasında siyaset, ekoloji, sürdürülebilirlik, popüler kültür, bilimkurgu, müzik ve sinema bulunuyor.

Filistin’de başlayan şu anda Suriye’de devam eden yıkım silsilesi Amin Maalouf’un muhtemelen en iyi işlerinden biri olan Doğunun Limanları’nı getiriyor akla. Padişah soyundan bir ailenin Adana’ya oradan Lübnan’a, oradan Fransa’ya hatta Filistin’e olan yolculuğuna tanıklık ediyor insaf edişiyle tekrar buluşma. İşte huzurlarınızda Kitabdar’ın ve “Doğu”nun hap formatına getirilmiş hikâyesi.  

Kitabdar, nam-ı diğer Bakü, nam-ı diğer İsyan’ın büyükannesi İffet babası padişah Abdülaziz’i bilekleri kesilmiş halde çalışma masasında buluyor. Akıl sağlığını bu şekilde kaybediyor. Saray efradı konuşuyor, karar veriyor ve İffet Adana’ya gönderiliyor. İffet’in oğlu baba Kitabdar Adana’da Ermeni dostu Nubar’la bir fotoğrafçılık derneği kuruyor ama onun nasibine de Adana Katliamı’na tanıklık etmek düşüyor. Oradan can dostu Nubar’la birlikte Lübnan’a göçüyor. 

Baba Kitabdar, Nubar’ın kızıyla evleniyor. Çünkü artık Nubar’ın Kitabdar’a verebileceği bir tek kızı var. Romana konu olan oğul Kitabdar nam-ı diğer Bakü, nam-ı diğer İsyan aslında tam da babasının istediği gibi bir devrimci oluyor. Metazori bir devrimci ama olsun. İlk isyanı ailesine, babasının yeni yurdu Lübnan’a oluyor ve Fransa’da Montpellier’e tıp okumaya gidiyor. 

Oğul Kitabdar okumak istiyordu, sadece okumak. Arada yoruldukça dinlenmek. Arada başka hiçbir şeyle ilgilenmek istemiyordu. Gazetelere bile bakası yoktu. Buna rağmen kendini Nazi işgali altındaki Fransa’da bulmuş, adım adım direnişin en namlı isimlerinden biri olmuştu. Yahudi bir kadın olan Clara’ya âşık olmuş, onunla evlenmişti. 

Savaştan sonra Kitabdar, nam-ı diğer Bakü, nam-ı diğer İsyan, baba ocağı Lübnan’a dönüyor Tam o sıralarda 1948 Arap-İsrail Savaşı başlıyor. Hem Kitabdar hem de Clara naif bir biçimde. “Doğu’da esen fırtına”yı Filistin Arap Yahudi İşçiler Birliği’nde (PAJUW) yer alan dostlarıyla birlikte durdurmaları gerektiğine karar vermişlerdi. Bu yüzden “Doğu”ya yerleştiler. “Doğu’da bir fırtına esecekti ve Kitabdar ile Clara bu fırtınayı çıplak elleriyle durduracaklardı. Durum tam anlamıyla buydu,” diyor Kitabdar kendi hikâyesini anlatırken.

Aslında Kitabdar için aslolan hayatın kendisiydi. Artık ölüm döşeğinde olan babası, sevdiği, hamile karısı bir de bol kimyonlu mercimek çorbası. Çoktan alıp başını gitmiş olan Arap-İsrail düşmanlığı, Hayfa’da patlamalar ve yanık kokuları içinde devam eden savaş… Kimin kazandığı, kimi kaybettiği hatta coşkulu marşlar falan umurunda değildi. Bu kadar kavga, dövüş kin, düşmanlık çok fazlaydı. Kitabdar’ın önce babası öldü, sonra İsyan nam-ı diğer Bakü’yü güneş çarptı. Kitabdar önce babasını kaybetti sonra evine, karısına, kızına dönemedi. Ailenin hayırsız sinsi oportünist kardeşi vasisi olup onu akıl hastanesine yatırdı. Ta ki o kapatıldığı dört duvarı aşan kızı onu bulana kadar.

Gelelim bugün, gelelim sona. Evet o tahammülfersa kaybolmuşluk hissi, o karanlık abluka halleri devam ediyor. Önce HAMAS’ın geçen yıl 7 Ekim’deki saldırısıyla İsrail gözünü kararttı. Zaten bir karartma ve abluka vardı. Üstüne fütursuzca hastaneler bombalanmaya başlandı. 

Biliyoruz ki, Filistin ne zaman karışsa her zaman sıra Lübnan’a gelir. 1974’te Arafat elimdeki zeytin dalının düşmesine izin vermeyin demişti, ama kulak asan olmadı. O sene Lübnan’da patlayan İç Savaş 1990’lı yıllara kadar sürdü. Lübnan’la 1989’da Taif Anlaşması imzalandı. 1993’te Filistin’le Oslo Anlaşmaları imzalandı, biraz umutlandık. Acaba mı dedik? Ama yok, öyle olmadı. 2000 yılında Ariel Şaron, o meşhur El Aksa ziyaretini yaptı, sonra da İkinci İntifada başladı. 

Halbuki, herhalde başka cereyanlara tekrar kapılmayalım, olaylara karışmayalım diye ne kadar umut pompalamışlardı bize. İstediğimiz yere gidip gelebilecektik. İstediğimiz okulda okuyabilecektik. İstediğimiz işte çalışabilecektik. Sınırlar esnek, geçirgen olacaktı. Ben de 22 yaşındaymışım o zaman. Eh, istediğim kadar havai ve mutlu olabilirmişim. Ne de olsa yeni bir yüzyılın başlangıcına, yeni bir binyılın milenyumun başlangıcına adım atıyorduk. Tarih geriye doğru akmaz denilmişti bize. Tamam ders çıkarmıyorduk, ama olsun. Eninde sonunda ileriye doğru yürüyecektik. Kaçınılmazdı bu.

Gelin görün ki o iş pek öyle olmadı. Sting’in o şahane şarkısında olduğu gibi tarih bize bir şey öğretmiyor ve öğretmeyecek (History Will Teach Us Nothing).  Gazze’de el kadar çocuk öleyim de dinleneyim diyor. Suriye’de özgürlükten milliliğe geçiş yapan “muhalifler” ordusu ve cihatçılar Halep’ten Hama’ya oradan Şam’a ilerledi. Halbuki Medyascope yayınında Behlül Özkan anlatıyor: “Henüz 1982 yılında Necmettin Erbakan Müslüman Kardeşler’i uyarıyor: Başaramayacaksınız ve boşuna Müslüman kanı dökmüş olacaksınız. Çünkü Sting gene o şarkısında der ki: “Duygularımızın rüzgârı arkamızda, kör inançlarımız, sancağımız… Aklı selimi olmayan inanç lanetini taşır. Özgürlük olmadan geçmişten gelen olaylar sadece kötüye gider. Onun için sen düşmanının haksız olduğuna ikna et. Evladını öldürürsen haklı olduğunu kanıtlarsın. Tarih dediğimiz şey bir suçlar dizisidir. Kirliler ve güçlüler zamanın mimarıdır.”

Bizim ise korku içinde bir gözümüz İran’da. Şu sıralar herkes Amin Maalouf’un Ortadoğu’yla ilgili şu sözünü alıntılıyor: “Her şeye üzülen fakat hiçbir şey yapmayan insanlar.” Bu lanet sadece Ortadoğu’ya mı ait, yoksa Osmanlı’nın mı lanetli mirası? Ölümünden kısa bir süre önce verdiği bir söyleşide Çetin Altan “Özgür olabilecek miyiz bir gün?” sorusuna, evet diyor ama gene de ekliyor: “Ama zaman alacak. Özgürlüğün, mutluluğun ne olduğunu bilmiyor ki, hep baskı altında yaşamış, hep ona aptal olduğu, akıllı birinin kendilerine yol göstereceği söylenmiş. Benim de fikirlerim var diyenin canına okumuşlar. İnsanın başının belaya girmemesi ancak aptal bir köle olduğunu kabul etmesiyle mümkün olmuş. Dokularına sinmiş bu korkular. Kolay değil böylesine ezilmiş bir toplumun belkemiğini doğrultması.” 

Korku içinde bir kenara pısmış yaşıyoruz. Yaşıyoruz dediysek oksijen alıp karbondioksit veriyoruz, o kadar. Diğer türlüsü maddi, manevi her türlü yorucu. Eş dostla görüşmeyi kestik. Dert dinlemek de istemiyoruz, anlatmak da. İki konsere, tiyatroya, meyhaneye gidelim desek eh o da pahalı zaten. Can sıkıcı olan şu ki kabuğumuza, mahallemize çekildik. Daha önce böylesi olmamışken atomize olmaya başladık. Bir yere kımıldamak istemiyoruz ki Covid salgını sağ olsun, bunun adına “Goblin modu” diye isim bile taktılar. Ama yok, biz öyle yapmayalım, etrafımıza bakarak olalım. Telefonu alalım, eş, dost, arkadaş arayalım. Sonra, sonrasına bakarız. Ben buradayım, biz buradayız ey okur, izleyen, ekranı öylesine kaydıran. Peki ya sen? E kalk artık oradan hadi. Telefonla eğleşiyorsan da özlediğin bir dostunu, sırdaşını düşün onu ara. Para falan da yok anladık. Parka, sahile gidin en kötü. Hadi, kımıldayalım artık.