Sevgili Murat Gülsoy, yaratıcı yazarlıkla ilgisi olan okur-yazarla mutlaka bir alanda temas etmiştir. Bildiğini aktarma derdinde de olan nadir yazarlardan ve çok değerli yaratıcı yazım hocamızdır. Bu sayıda kendisinin son kitabı Kıyamet Sonrası Olağan Bir Gün hakkında söyleşeceğimiz için çok heyecanlıyız. Bilinçdışındaki arketipleri tetiklemesi açısından, metinler arası bağlantıları yakalamak adına kendisini üst üste okumaya iten anlamı cüssesinden derin bir kitap bu elimizdeki. Eminim bir solukta okuyamayacaksınız, durup sorgulamak zorunda kalacaksınız, pasif bir okuyucu olmaktan çıkıp metnin bir parçası olacaksınız, çok katmanlı anlatı evreninde bazı karakterlerin kafa sesiniz olduğunu fark ederek heyecanlanacaksınız sizlerde.

Murat Gülsoy adıyla ilk; “Öyküden Bir Bilet Gidiş Dönüş” dergisini çıkarmaya çalıştığımız üniversiteli bir edebiyat gönüllüsü olarak doksanlı yıllarda, merakla takip ettiğimiz Hayalet Gemi ile karşılaşmıştım. Edebiyatseverler için, öykü ve denemeleriyle kurucuları arasında yer aldığı bu gemi, bir tür Nuh’un gemisiydi. Kayıp ruhlar, ötekiler, tuhaflar, kenarda köşede kalan hayaletsileşmiş olanların; “kahramanın yolculuğu”nu içte ve dışta sorgulayanların kutsal belleği gibiydi. Bağımsız dergicilik adına atılmış heyecan verici, çok cesur, disiplinli ve özgürlükçü bir adımdı. Daha sonra elektronik ortamda da arşivi açılmıştı herkese o sayılarla tanışmayı tavsiye ederim. O yıllarda her sayısını merakla beklediğimiz Hayalet Gemi, yazmaya hevesli herkesin düş dünyasını gıdıklayıp kavramlar üzerinden yazmaya ve derin okumalara; gemiye alınmak hayalini tetikleyici şu satırlarla davet ederdi takipçilerini :“

“Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz o açık denizlerin gecesinden çıkıp gelen hayalet geminin sisli şehir caddelerinde, köy mezarlıklarının tarlalarla kesiştiği boşluklarda, çocuk parklarında ve kurgusu boşalmış luna-parklarda, sandalyeleri ters çevrilmiş meyhanelerde, okuyucuları çoktan yok olmuş kütüphanelerin ıssız koridorlarında gezindiğini mutlaka birileri fısıldamıştır kulağınıza. Hatta geceleyin birdenbire havlayan köpeklerin neden ürktüklerini o zaman hissetmişsinizdir. Ya da tüm bunlar uyku ile uyanıklık arasında yaşanan türden bir hayal…”

Biz de Mikroscope ekibi olarak dergiciliğe Müge İplikçi hocamızın kanatları altında devam ediyoruz, bu yüzden ilk sorumuzu bu alandan sormak istiyorum izin verirseniz. Ekip ruhu açısından da oldukça zorlu bir işi başardığınız, edebiyat dünyasına aranızdan yazarlar çıkmasına da vesile olan, fanzinlerin başucu izleği dediğimiz Hayalet Gemi dergiciliğinin; Murat Gülsoy’un yazınsal evreninin oluşmasına katkıları nelerdir ve fanzin sürecinin getirdiği bakış açısı nedir? 

Teşekkür ederim bu güzel giriş için ve Hayalet Gemi’yi hatırlattığınız için. Hayalet Gemi’nin benim için çok özel bir anlamı var. Yukarıda alıntıladığınız paragraf, derginin her sayısında ilk sayfada yer alıyordu. Manifestonuz nedir diyenlere bunu gösteriyorduk, tabii bir mana veremiyorlardı. Çünkü genellikle dergi çıkaranlar büyük laflarla hamasetle harmanlanmış iddialarla çıkarlardı piyasaya. Bizimkisi biraz da bu beylik laflara, geleneksel muhalif söyleme bir tepkiydi sanırım. Kendimize ait bir dil kurma arzusu diyelim.

Bizim, dergiyi çıkarmaya başladığımız doksanlı yılların başında, henüz internet yoktu. Onun yerine fotokopi makineleri vardı ve birçok genç, dergicilikle uğraşmak yerine, kendi dergilerini az sayıda da olsa fotokopiyle çoğaltıyordu. Buna “fanzin” deniyordu. Biz ise daha başlangıçta Hayalet Gemi’yi lisanslı bir dergi olarak çıkardık. Ben bir sayfa tasarımı programı öğrenmiştim ve dergiyi bilgisayarda hazırlayabiliyordum. Ardından dergi, matbaada basılıyor ve belli başlı kitapçılarda ve büyük bayilerde satılıyordu.

Yani bizden önceki edebiyatçıların yaptığı gibi, biz de kendi dergimizi çıkarıyor ve kendi sözümüzü okurlara ulaştırmaya çalışıyorduk. Ama kendimizden önceki dergilerin dilinden çok daha farklı bir dünya kurmaya çalışıyorduk. Dergi sürecinde çok şey öğrendim. Birincisi ve en önemlisi, kolektif çabanın değerini anladım. İnsanlarla birlikte iş yapabilmenin adabını öğrendim ve bunlar hayatta çok işime yaradı.

İkincisi, Hayalet Gemi disiplinler arasında gezinen, avangart bir dergiydi ya da öyle olma çabası içindeydi. Yani sadece öykü ya da edebi denemeler yayımlamıyorduk; fizik, mimarlık, sosyoloji, felsefe gibi çeşitli alanlara dokunan yazılar da yer buluyordu. Bir de derginin tuhaf bir atmosferi vardı. Fanzinlere benzeyen ama görsel tasarımı çok özgün olan bir karakteri vardı. Kapaklara çok özel bir önem veriyorduk ve farklı tasarımcılar, dönem dönem bu işi üstleniyordu.

On yıl boyunca düzenli olarak dergiyi çıkarmayı başardık. Benim deneysel yaklaşımımın arkasında aslında Hayalet Gemi deneyimi yatıyor.

Son kitabınızdan bahsetmek istiyorum Kıyamet Sonrası Olağan Bir Gün adlı eserinizde çok güçlü bir şiirsel anlatım var hatta bazı satırları alt alta not ettim ve akışına hayran kaldım her biri üzerinde düşünülmesi gereken felsefi bir anlam da içeren şiir dizeleriydi. Adından başlayarak hem kıyamet hem olağan aynı cümle içinde yer aldığından, imkânsızlıkların birlikteliğini hissettiğimiz kitabınızın şiirsel anlatımını sizden dinlemek isteriz; diğer türlerle birlikte, şiir Murat hocamın nesi oluyor? Sizi besleyen şiirler var mı?

Olmaz mı… İlk gençlik yıllarım Edip Cansever, Attilâ İlhan, Nâzım Hikmet gibi şairleri okuyarak geçti. Birkaç korkak deneme sonunda şiir yazmanın bana göre olmadığını, öykü ve romanın ise içinde daha özgürce hareket edebileceğim bir alan olduğunu fark ettim ve doğrudan doğruya öykü yazmaya başladım.

Paul Auster bir söyleşisinde diyor ki: “Şiirin birimi mısradır, öykü ya da romanın birimi paragraftır.” Bu, benim neden öykü ve romana yöneldiğimi çok iyi anlatan bir cümle, bir tespit. Mısralarla düşünmek ya da mısra üzerinden bir yapı kurmak bana göre değil, zihnim öyle çalışmıyor. Şiir, çok mucizevi bir tür; okumak ve ilham almak için her zaman başvurduğum bir alan. Ama yazmak konusunda o alanı tamamıyla şairlere bırakmaktan yanayım. Çünkü şair olmak, yazar olmaktan biraz daha farklı bir varoluşsal pratik getiriyor.

Yeni yeni yazmaya başladığım seksenli yıllarda, Küçük İskender ile arkadaş olmuştuk. Onun dille kurduğu ilişkiye çok şaşırmıştım. Kelime koleksiyonu yapıyordu mesela; defterine alt alta yazıyordu hoşuna giden kelimeleri. Bu, bana çok akılalmaz geliyordu. Çünkü ben baktığım zaman kelimeyi görmüyordum. Aslında ben, kelimelerden oluşan bir bütünü, paragrafı görüyordum. O paragrafın işaret ettiği dünyayı, çizdiği sahneyi görüyordum.

Ama Küçük İskender, bir simyacı gibi kelimelerle oynayıp, o kelimeleri yan yana getirerek başka bir dilsel gerçeklik yaratıyordu. İşte belki de şiirden uzaklaşmamın en büyük nedeni, böyle parlak bir şairle zaman geçirmiş olmamdır.

Küçürek öykü formu da diyebileceğimiz metinler, aslında hem bağımsız gibi durmakta hem de metinlerarasılık ve çağrışımlarla bilinçdışı arketipleri tetikleyen büyülü gerçeklik atmosferini yarattığı bir roman olarak karşımıza çıkmakta. Anlatılar insan ve insan dışı varlıkların yer aldığı girift anlatı dokusuyla derin okumalara, diyaloglarıyla felsefi kavramlara kapı açmaktalar. Bireyin anılarının hatırlanması ve anlatımının zaman içindeki değişimi ve varoluşu sorgulaması noktasında anılar ve belleğin sizdeki izdüşümleri nelerdir hocam? 

İnsanı insan yapan şey geçmişidir. Karakterimizin tüm özellikleri, ruhsal coğrafyamız, alışkanlıklarımız, ilkelerimiz, inançlarımız ve hayatla kurduğumuz bağ, hep geçmişte yaşadıklarımıza dayanır. Her şey geçmiştedir. Biz, geleceğe doğru yaşadığımızı düşünürüz; doğrudur. Ancak yaşamak, sürekli geçmişi büyütmektir. Dolayısıyla hayat, önümüzde değil, arkamızdadır. Hayatı anlamak için, kendimizi anlamak için, dünyayı anlamak için geçmişi düşünmemiz, hatıralara dalmamız bundandır.

İşin tuhaf yanı, geçmiş bir kez yaşanmış ve bitmiş gibi görünse de, zihnimizin içinde var olduğu için değişkendir. Sürekli bozulur, yeniden kurulur, şekil değiştirir, dinamiktir. Bu yüzden de güvenilmezdir.

İşte, beni de bir edebiyatçı olarak, bir yazar olarak çeken şey tam da bu noktada düğümleniyor: Zihin ve bellek ilişkisi, düşünce ve anılar… Ve oradan ürettiğimiz hikâyeler.

“Hiç bitmeyecek bir anın içinde olduğunu bilmiyordu” “Her şey aynı anda oluyordu” “Evrensel kum saatini çeviren kimse olmadığından zaman tam bu anda durmuştu” “Biliyor musunuz eskiden çok eskiden tüm bunlar olmadan önce…” “Ben sadece zamanda olacak olanları görürdüm. Zaman bitti. Her şeyin sonrasındayız. O yüzden hiçbir şeyin anlamı yok artık” gibi satırlarla karşımıza çıkan zaman kavramı belleğimizi anıları ve anı sorgulamaya da itiyor okuyucuyu; “zaman” ve “zamandan bağımsızlık” bu anlatılarda kendisi de bir karakter gibi canlanıyor. Demans bir bireyin kendisiyle konuşmasına benzer sayıklamalar gibi olan diyaloglar; zenginleştirici arketipik mitolojik sembollerle (melek, göl, zeytin ağacı, zaman şövalyesi, ifritler, cinler, sentorlar, kupa, medyum, sıçanlar) bezeli olan anlatıyı bilinçdışı alanda metinlerarası okumalara da itiyor. “Süreklilik” öyküsündeki bilimsel kanıt gibi Profesör Murat Gülsoy’un mühendislik kimliğiyle bilimsel bakış açısından da beslendiği bir sorgulama mevcut mu zaman kavramı için? Sizce zaman göreceli bir kavram mı hocam?

Yaşadığımız ölçekte zaman, bizim dışımızda akıp giden değişimin bir ölçüsü; dolayısıyla nesnel sayılabilir. Ancak, bizim zamanı algılayış şeklimiz elbette ki öznel bir boyut taşıyor. Psikolojik durumumuz, zamanı ya da yaşadığımız anı algılayış şeklimizi etkiliyor. Kimi zaman yaşanan an bitmek bilmiyor, kimi zamansa elimizden kayıp gidiyor. Goethe’nin Faust’unda olduğu gibi “Dur, geçme! Öyle güzelsin ki ey zaman!” diye haykıracağımız anı bekliyoruz. Ve o an gelse bile asla bizi dinlemiyor, hiçbir zaman akış durmuyor. Zaman, yaşayacağımız sürenin azaldığını bilmemizle birlikte tuhaf bir anlam kazanıyor. Hem geçmesin istiyoruz hem de yaşamak istiyoruz. Zamanın durması, ölüm demek. Ölünce bizim için zaman duracak ama yaşadıkça da sadece önümüzdeki süreyi azaltıyoruz.

Bu romanda birçok şeyden emin olamıyoruz. Belirsizlikler, bulanıklıklar, çelişkiler var. Çünkü düzen tamamen ortadan kalkmış durumda. Durgun bir kaos belki… Ama bildiğimiz bir şey var: O da zamanın artık akmadığı ya da bizim bildiğimiz şekliyle zamanın akışının durmuş olduğu.

Bu, yazarken ve o tuhaf dünyanın içinde dolaşırken bana çok tuhaf bir duygu verdi: Hem özgürlük, sonsuzca hareket edebilme özgürlüğü, hem de zaman akmadığı için bir noktada tutsak düşmüş olma hali. Romandaki her sahne, aslında içinden çıkılamaz bir hapishane gibi, bir hücre gibi.

Okurken metin sanki bir filmin kısa kesitlerini izliyor gibi ayrıntılı canlanıyor zihnimizde. Kitap hakkında çıkan yazıları taradığımızda “fragmanlar ve diyaloglardan oluşan metinler” tanımıyla karşılaşıyoruz, bunun sebebi biraz da metinlerin, olağan sayılan olağanüstü bir durumu betimlemesi ya da olay anının fotoğrafını çeker gibi olması olabilir mi? 

Evet, az önce söylediğim gibi, zaman akmadığında biz o sahnelerin içinde sıkışıp kalıyoruz. O yüzden onları fragmanlara, parçalara benzetiyorum; ya da bir fotoğraf karesi, bir resim ya da bir kısa film gibi.

Diyaloglar; Tom Stoppard’ın absürt, varoluşcu trajikomedisi Rosencrantz ve Guildenstern Öldüler’in uyarlaması olan, kara komedi filmindeki iki birey arasında geçen zamansız-mekânsız sorular ve sorgulamaları çağrıştırdı, “Süreklilik- Fabrika- Zaman Şövalyesi-Serseri Aşıklar- İşe Yaramaz Bir İfrit” vb. öykülerindeki diyaloglar konuşan kişi özellikle ayrıştırılmadığından yer yer filmlerdeki “kafa sesi”ne dönüştüğü hissini de veriyor okuyucuya. Zaman ve mekânın sınırlarının eridiği metinlerinizde; Beckett’in Godot’u bekleyen karakterleri Vladimir ve Estragon’un varoluşu sorgulayan halleri; özgür kalan melekte, kör kalan göle bakarken zeytindallarını gören karakterde, atadamlarda, ölümün nasıl bir şey olduğunu anlatan gölgede, zamanın durmasından beri acıkmayan sıçanlarla karşılaşan adamda ve diğer karakterlerde de hissediliyor. Anlatıların zaman ve mekândan münezzehliğinin yarattığı anlatı evreninin edebiyatın anlatı sınırlarını genişletici olarak neyi simgelediğini sormak istiyorum?

Bu kitap, sahneler, vizyonlar, görüntüler şeklinde geldi bana. Ben de çok fazla kurgulamadan onları kâğıda geçirdim. Tabiri caiz ise bir dünyanın içine girip orada dolaştım. Ancak kitabı yazıp bitirdikten sonra, bu sefer kendi gözlerimle okurken, yani kitabımın bir okuruna dönüştüğüm anda, elbette ben de başka birçok yazarla akrabalık hissettim.

Borges, Beckett, Kafka sanırım ilk gözüme çarpanlar, ama onlarla sınırlı da değil. Bir yerlerden usulca Ursula K. Le Guin çıkabilir ya da bir başka yerden Virginia Woolf.  Bu görüntüleri, bu sahneleri yaratan zihnim yıllar boyunca bu ustaların eserlerini okurken şekilden şekle girmiştir; dolayısıyla onların etkisi elbette sızmıştır.

Her okuduğumuz, bizde bir iz bırakıyor. Ama tabii bu bazen daha derin, bazen daha yüzeyde olabiliyor. Edebiyat yapıtlarının üzerimizde iz bırakması, bir anahtar-kilit ilişkisine benziyor kimi zaman. Yani neden ben Tolstoy’dan değil de Dostoyevski’den daha çok etkileniyorum? Niye Sartre’dan değil de Camus’den daha çok etkileniyorum?

Bunların kişisel sebepleri var. Yani, bendeki bir yere cuk oturuyor okuduğum eser. Bir kilide çok iyi uyan bir anahtar gibi. Hatta farkında olmadığımız kilitlerimizi açan anahtarlar gibi edebiyat yapıtları. Onların sayesinde ruhumuzun derinliklerindeki kilitleri keşfediyoruz. O yüzden heyecan duyuyoruz, ya da en azından ben heyecan duyuyorum, etkilendiğim bir eserle karşılaştığım zaman.

Kıyamet Sonrası Olağan Bir Gün’de insanın varoluşu, bellek, zaman,  mekan, anıların sorgulanışı derin şekilde sembolik bir dilde anlatılıyor; bu metinlerde kullandığınız büyülü gerçeklik atmosferini besleyen şiirsel dil ve metinlerarasılık yaratıcı yazarlık kurslarınızda bahsettiğiniz edebi tekniklerle nasıl örtüşüyor?

Yaratıcı yazarlık eğitimi verirken özellikle şuna dikkat ederim: Karşımdaki yazan kişiler neyi amaçlıyorlar, nasıl bir dünyaları var, nasıl bir etki yaratmak istiyorlar, ne yapmaya çalışıyorlar ve bu amaçlarına ulaşabilmek için nasıl bir edebi teknik kullanabilirler ya da tekniklerini nasıl geliştirebilirler? Dolayısıyla verdiğim eğitim, her bedene uyan bir elbise tasarlamak gibi değil; herkesin kendi elbisesini kendisinin dikebileceği yöntemleri öğrenmesi.

Eğitim sırasında anlattığım teknikler ile bu kitapta kurduğum dünya arasında ne bir çelişki var ne de doğrudan bir paralellik. Şöyle söylemek daha iyi olabilir: Edebiyat eğitiminden farklı bir şey yaratıcı yazarlık eğitimi. Yani, metinlerin nasıl kurulmuş olduklarını araştırdığımız bir disiplin edebiyat. Ama yaratıcı yazarlık, insanın kendi dünyasını kurabileceği dili araştırması anlamına geliyor. Dolayısıyla da teoriden pratiğe gitmek değil, doğrudan kendi pratiğinin içerisinde gelişmek önemli.

Bazen şöyle bir yanılsama oluyor: İyi bir yazar, iyi teori bilen kişidir. Ben buna çok katılmıyorum. İyi yazar, çok çalışıp kendi meselelerinin üzerine korkmadan giden, sınırlarını sürekli genişleten kişidir. Edebiyat teorileri, eserden sonra gelir; eserden önce gelmez. Yani, temel bilimler ile mühendislik arasındaki ilişkiye benzemez. Önce temel bilim vardır; fizik vardır. Örneğin, siz fizikte kuantum teorisini geliştirirsiniz, atom altı parçacıkların davranışlarını incelersiniz, bunların üzerine bir bilgi üretirsiniz. Mühendisler de bu bilgiyi kullanarak, örneğin nükleer görüntüleme cihazları geliştirirler. Kimse deneme-yanılma yoluyla, tesadüfen bir MRI cihazı geliştiremez. Önce onun çok sağlam bir temel bilimsel teorisinin yapılmış olması gerekir. Edebiyat ve sanat ise bunun tam tersidir: Önce eserler üretilir, sonra o eserleri okuyarak, inceleyerek teoriler yapılır. Dolayısıyla, benim yaratıcı yazarlık eğitimlerindeki yaklaşımım da kişilerin kendi ifade yollarını keşfetmelerini sağlamaya yönelik.

Aşırı hızlı gündem değişen bir ülkede özellikle acılarla harmanlanmış bir coğrafyada yaşayan insanlar olarak bir unutkanlıkla akıl sağlığımızı korumaya çalışıyor gibiyiz. İnsanların gündelik telaşları, ekonomik zorlukları, toplumsal travmaları göğüslediği bir zaman diliminde acıyı hafifleten ve belleği buğulandıran bir ilaç belki de unutmak. Hayata devam edebilmek için sevdiklerimizin ölümüne katlanmak gibi biraz da unutmak; silik bir fotoğraftan izler gibi tam olarak hatırlayamamak; hatırladığını katlanabileceği gibi zihinsel yeniden şekillendirmek. Yazınsal uzam yazarın coğrafyasından da beslenir acaba sizin karakterlerinizin bu zaman mekândan bağımsızlığı anıların karışıyor gibi olması vb. de toplumun bir nevi nevroz haline unutmak zorunda kaldığı sürekli tazelenen acılarla yüzleşmesi gerçeğinden de etkileniyor mu?

Aslında, acılarla başa çıkmanın yolu unutmak ya da unutarak silmek değildir. Tam tersi, etkin bir şekilde hatırlamak. Örneğin, kaybettiğimiz bir yakınımızın yasını tutarken onunla ilgili her şeyi hızla unutmaya çalışmak sağlıklı bir yöntem olmaz. Eğer öyle yapıyorsak, aslında hiç atlatamayacağımız bir travmanın içinde kapalı kalmışız demektir. Tam tersine, onun hatıraları ile sürekli vedalaşarak, yani etkin bir şekilde hatırlayarak acımızı hafifletiriz. Zaman içerisinde her şeyin doğal akışına kavuşmasını sağlarız.

Paul Auster son romanında, “Yaşamak, acı çekmektir,” diyor. “Acı çekmekten korktuğunuz için yaşamayı askıya almamalısınız,” diyor. Evet, yaşarız, acı çekeriz ve bununla yüzleşiriz, bunu aşmaya çalışırız. 

Kitapta, kahramanlar geçmişlerini hatırlayamıyorlar ya da geçmişleri yavaş yavaş soluyor. Çünkü şimdiki zaman durmuş, gelecek yok olmuş. İşte, zaten bu yüzden de bunu kıyamet sonrası olarak niteliyorum.

Bir soru da gözlüklerim olmadığı için bazı öyküleri başucumda bana okuyan 10 yaşındaki okuyucunuzdan gelsin; “Bu hikâyelerde yer alan karakterler gözlerindeki perde kalkınca görülür denilen cinler- ifritler- melekler gibi varlıklar, yazar onları mı görüyormuş?” Yazarların insanüstü varlıklarla karşılaşması onların evrenini kurgulaması adına sizin metinlerinizde hayaletler ve görünmeyenle yüzleşme gibi ana akımdan ayrılan metaforik anlatımlar yer alıyor; anlatıyı dert edinenler için gözümüzdeki perdeyi kaldıracak, yaratıcılık kanallarımızı açarak edebi soluğumuzun sınırlarını genişletecek önerileriniz nelerdir?

Öncelikle, güncele mesafe almak diyebilirim. Kısaca bu sorunuzun cevabını şöyle özetleyebilirim: Müthiş bir kültürel ortamda yaşıyoruz. “Müthiş” derken, imgenin, düşüncenin, sözün, sesin inanılmaz derecede çok sayıda üretilmesini ve bunlara sürekli maruz kalmamızı kastediyorum. Bu çokluk içerisinde durup düşünmeye zamanımız olmuyor. O etkilerin ruhumuzun derinliklerine sızmasına fırsat vermiyoruz. O yüzden biraz yavaşlamak, biraz da geçmişe dönmek, çok sayıda tüketmek yerine az sayıda şeye odaklanmak önemli. Şöyle bir örnek vereyim: Büyük müzelere gittiğimde bu başıma çok sık gelir. İçinde binlerce sanat eserinin olduğu müzenin salonlarını hızlı hızlı adımlarla geçerim; hepsini birden görmek arzusunu bir türlü dizginleyemem. Oysaki daha sonraları aklımda kalanlar, etkisini üzerimde hissettiklerim, herhangi bir nedenle önünde durup uzun uzun seyrettiğim birkaç resim oluyor. Yani, binlerce resmin içinden bir iki saat içerisinde koşarak geçmektense, birkaç resmi dakikalarca seyretmek çok daha anlamlı. Birincisi bu. 

İkincisi ise mitoloji okumak. Mitolojik hikâyeleri anlamaya çalışmak çok ufuk açıcı bir deneyimdir. Çünkü mitoloji, insanlığın en eski birikimi; insanın insan olmasından kaynaklanan tüm arzularını ve korkularını barındıran bir hazine. İnsan oluşumuzun koşulları çok fazla değişmediği için bizi belirleyen bu temel hikâyeler aslında aynı. O yüzden, bu kuvvetli hikâyeleri, masalları, mitleri ve dinsel anlatıları farklı bir gözle okumaya çalışmak oldukça değerli.

Metinlerarası okumalara açık, göndermelerin üzerinde derin düşünme gerektiren bu anlatıyı sahnede ya da ekranda görmeye nasıl bakarsınız? Kısa metraj film üzerine uğraşan bir okuyucu olarak metinleri çok güçlü bulduğum için soruyorum, okurken beynimde filmografik bir anlatı canlandı metinlerarasılık disiplinlerarasılık sanatsal türler arasılığa bir kapı açabilir mi, bu metinleri filme çekelim desek yaklaşımınız nasıl olur?

Memnun olurum. Ben, sanat yapıtlarının başka sanat yapıtlarını doğurması, beslemesi ve onlara kaynaklık etmesi fikrine çok yakın duran birisiyim. Bu düşünce, benim çok hoşuma gidiyor.

Daha önce tiyatroya uyarlanan bir romanım oldu. Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet adlı eserimin sahnelenmesi, benim için çok hoş bir deneyimdi. Bu son kitabım ise bir resim sergisine dönüştü. Bütün bunlar beni çok besliyor. Edebiyat yapıtının yaşadığını gösteriyor. Dolayısıyla, buyrunuz, istediğiniz gibi çekebilirsiniz.

Yazmak; biraz da iğne ucuyla kuyu kazmak, “içinden ışığın çıkacağı yarayı” deşmek, içine dönmektir. Profesör Murat Gülsoy hem bunu anlatan hoca olarak hem de bunu deneyimleyen yazar olarak okuyucularımıza içe dönüş ipuçlarını verebilir mi? 

Ben, içe dönüş yerine “içe bakış” terimini kullanmayı seviyorum ve bir yazarın gücünün buradan kaynaklandığını düşünüyorum. İçe bakış demek, insanın kendi ruhsal ve zihinsel faaliyetlerini izlemesi demek. Hem biraz mesafe alması hem de araştırıcı bir gözle incelemesi demek. Bunu yapabilmenin yolu da defter tutmaktan geçiyor.

Özellikle öğrencilerime bunu öneriyorum: Bir defter alınız ve ona en gizli, en saçma, en alakasız düşüncelerinizi yazmaktan çekinmeyiniz. Sanki hiç kimse asla okuyamayacakmış gibi… Bu duyguyla yazmanız gerekiyor. Hatta delice şeyler de yazmanız gerekiyor. Buna ben “deli defteri” diyorum. Herkesin bir deli defteri olmalı. Tabii insanın içinde bir kuşku olacak: “Ya bu defter birinin eline geçerse?” İşte, “o zaman durum çok vahim” diyorsanız, çok iyi bir defter tutuyorsunuz demektir. Yani, “Eyvah, birinin eline geçti, iş yerinde unuttum ya da evde kaldı. Bunu okurlarsa rezil olurum, mahvolurum,” diye düşünüyorsanız, o zaman çok doğru bir deli defteri tutuyorsunuz demektir.

Bu, insanın gözünün sürekli içeriye çevrilmesi, bir yandan olup bitenleri izlemesi demektir. Çünkü farkındaysanız, yüzümüz dışarıya bakıyor. Doğal olarak, kendimizi değil hep başkalarını görüyoruz. Dışarıyı görüyoruz, dünyayı izliyoruz, insanları gözlemliyoruz. Bunu zaten doğal olarak yapıyoruz; özel bir çaba göstermemize gerek yok. Ama kendi içsel süreçlerimizi incelemek için çaba göstermemiz gerekli. Ve sanatın kaynağında da bu içe bakış yatıyor.

Teknolojinin hızında FOMO kavramı (gündemi kaçırma korkusu) olan bir Z kuşağı gençliği mevcut. Teknolojinin gelişim hızı ve uyaranların arttığı bir dünyada odaklanma oranı hızla düşerken; FOMO kavramı zamanı sıkıştırma, hızlı yaşama kaygısıyla örtüşüyor; daha aheste bireysel bir tür demlenme süreci olan basılı bir kitabı okuma eylemi giderek azalıyor. Yaratıcı yazarlık kurslarınızdan edindiğiniz tecrübeyle ümidi diri tutmak adına gençlerin yazması ve okuması hakkında görüşlerinizi merak ediyorum?

Doğrusunu isterseniz, ben bu kuşak yaklaşımını çok anlayamıyorum. 30-40 yıl önceki gençliğimi yaşadığım zaman dilimindeki arkadaşlarımı düşünüyorum, sonrasında farklı dönemlerde verdiğim derslerde karşıma çıkan gençleri düşünüyorum. Öyle sandığımızın aksine, çok büyük değişimler yok bu kuşakların yaklaşımları arasında. Belki farklı problemlerle karşı karşıya gibi gözüküyorlar ama bence bunlar ayrıntı… Asıl insanları meşgul eden sıkıntılar, asıl çelişkiler, 30 yıl önce de, 40 yıl önce de hemen hemen aynıydı diye düşünüyorum. Farklılık, daha çok sınıflar arasında oluyor. Yani, sınıfsal farklılığın, ben kuşak farklılığından çok daha önemli olduğunu düşünüyorum.

Öte yandan hangi kuşaktan olduğumuzdan bağımsız olarak hepimizin karşı karşıya olduğu hız meselesi var. Daha önce de söylediğim gibi, evet, bu bizim yeni sorunlarımızdan bir tanesi. Ama bu sadece gençlerin değil, orta yaşlıların da, yaşlıların da sorunu. Sürekli önümüzden akıp giden bir bilgi yığınına gözümüzü dikip büyüleniyoruz; yani ışığa bakan tavşan gibi donup kalıyoruz. Bu donuk kalma halinden silkinmek gerekiyor. Kaç yaşında olursanız olun, yazmak, o yüzden, bunun panzehiri, ilacı diyelim.

“Ah, kimselerin vakti yok 

durup ince şeyleri anlamaya” dizeleriyle rahmetle anacağımız Gülten Akın’ın bahsettiği incelikleri düşünmeyi ve sorgulamalarla metni kendine- kendini metine katmayı gerektiren anlatınızın, genç kuşağa daha fazla ulaşabilmesi adına bir bağ nasıl kurulabilir?

Evet, harika dizeler. Kendisiyle tanışma fırsatı bulmuştum ancak çok az, dar bir zamanda karşılaşmıştık. Daha çok tanımak istediğim bir şairdi. 

Evet, harika dizeler ve çok çok önemli bir hakikati bize fısıldıyor: “Durunuz, biraz incelikler üzerinde kafa yorunuz.” Dünya o zaman çok daha güzel ve anlamlı görünecek.

Hakikaten de, herhangi bir şeye, yani bir ağacın dalındaki yaprağa mesela, uzun uzun bakıp izlediğinizde, kendiliğinden zihninizde felsefi sorular oluştuğunu, ruhunuzda bu soruların uyandırdığı kimi duyguların sizi daha iyi, daha derin bir insan gibi hissettirdiğini göreceksiniz. O yüzden sadece durup bir şeyi incelemek, bir nesneyi, bir doğal manzarayı izlemek bile insana iyi geliyor. Ben de kitaplarımın elbette ki okunduktan sonra bir müddet insanların zihninde gölgelerinin kalmasını arzu ederim. Umarım öyle olur.

Yaratıcı yazarlık eğitimleriniz bakış açısından da pencere açalım; Hayalet Gemi’den “Kıyamet Sonrası Olağan Bir Gün’e edebi duruşunuzun çerçevesinde yazma derdinde olanlara söyleyeceğiniz en önemli “olmazsa olmazlar” ı (sine qua non)  bu Z kuşağı adına özetlemeniz mümkün mü? 

Dediğim gibi, bu söyleyeceğim herkes için geçerli… Şu anekdotu hatırlamalarını isterim: Büyük bir şaire, bir ustaya, genç ve henüz yolun başındaki bir şair adayı şiirlerini götürür. “Üstadım, bunlara bir bakar mısınız? Bende bir kumaş var mı, bende bir ümit var mı?” der. Büyük şair ise, şiirlere bakmadan şöyle cevap verir: “Mümkünse bırak, mümkünse yazmayı bırak. Elinden geliyorsa yazma.”

Şimdi, bu anekdot, ilk başta “Ya, ne kadar kaba bir adammış bu yaşlı şair! İnsan bir okur, iki tane güzel laf söyler, genç şairi yüreklendirir,” diye düşünebilirsiniz. Ama aslında, çok doğru bir şey yapıyor. Çünkü bu iş, vazgeçmeyenlerin işidir. Yazmak, vazgeçmediğinizde ve vazgeçemediğinizde, zaten sizi bırakmaz. Yani, siz yazmayı bırakırsınız, yazmak sizi değil. Dolayısıyla, herkes size “Yapma, etme, sende yetenek yok,” ya da “Boşuna zaman harcıyorsun, bunlar saçma sapan şeyler,” dese bile… Kimsesiz kalsanız, cesaretlendirilmeseniz, defalarca kitaplarınız reddedilse bile yazmayı sürdürüyorsanız, işte o zaman yazar oluyorsunuz.

Yakın zamanda kaybettiğimiz Paul Auster’ı düşünelim. Şu anda, herhalde son yüzyılın en ikonik eserlerinden biri olan New York Üçlemesi romanını, bir türlü New York’ta bastıramaz. 17 tane yayınevinden ret gelir. 17 yayınevi! Ve sonunda Los Angeles’ta küçük bir yayınevi, bu romanı basmayı kabul eder. Adı New York olan bir romandan bahsediyoruz: New York Üçlemesi. Fakat sonra ne olur? 12 sene sonra, işte o elyazması şimdi Charles Dickens’ınkilerle yan yana, New York’ta bir müzede sergilenmekte.

Dolayısıyla, başkalarının ne dediğine çok fazla takılmadan yazmayı sürdürüyorsanız, yazar olursunuz. Vazgeçmeyin…

Sizinle metinleriniz üzerinden tanışan bir okur olarak sohbet etme şansına da sahip olduğum için çok şanslıyım öncelikle bunun için çok teşekkür ederim sayın hocam, Kıyamet Sonrası Olağan Bir Gün hakkında eklemek istediğiniz konu var mıdır söz siz de. 

Bu güzel ayrıntılı sorularınız için ben çok teşekkür ederim, özellikle Hayalet Gemi yıllarını hatırlattığınız için de çok mutlu oldum.