İnsanın uzun yıllar sonra, doğup büyüdüğü mahalleye, hatta sokağına taşınması ne garip bir his!
Sabah kahvaltısı için köşedeki fırına gittiğimde kafamı çevirip sokağa boydan boya şöyle bir göz attım da neler değişmiş neler! Canlandırdığım hayali plastik topun peşine takılıp geçmiş yıllara gittim.
Sol ayağımla abanıp vurduğumda, top önce Ali Eren Amcamın bahçesine kaçıyor. Oğlu Selami Abi’nin hiç insafı yok. Alıp saklıyor topumuzu. İnsafa gelip topu geri vermesi bir haftayı buluyor.
Bir hafta sonra kavuşuyoruz topumuza. Bu kez, Abdullah Amca’nın büyük beyaz duvarını kale yaptığımız mandırasına kaçıyor top, içerideki inekleri ürkütüyor. Yaşlılığıyla hiç bağdaşmayan çevikliğiyle Abdullah Amca beliriyor tahta kapıda. Gözü dönmüş bir şekilde bize bakıyor. Kovuyor bizi. Pusuyoruz kuytuluklara. Öğle namazını bekliyoruz ki, bastonuna dayana dayana gitsin camiye. Köşeye varışını, caminin olduğu sokağa yönelmesini izliyoruz büyük bir sabırla. Nihayet gözden kaybolunca çıkıyoruz inlerimizden. Beyaz duvara çarpan birkaç top darbesinden sonra, elindeki bastonu bir kılıç edasıyla savura savura gerisin geri bize doğru koştuğunu görüyoruz. Sanırsın savaş meydanında düşman askerlerine koşuyor. Allah Allah nidalarıyla! Ağzında da tehdit dolu sözler: Kırarım bacaklarınızı! Uzun bir süre çıkmamak üzere inlerimize dönüyoruz.
Ertesi gün Aytekinlerin kapısında alıyoruz soluğu. Asma yapraklarının sardığı dikdörtgen demir çerçeveyi kale yapıyoruz. Kaleye, Gülnaz Yenge’nin oğlu Selçuk geçiyor. Frikik, pardon serbest vuruş atıyoruz, orta-şut karışımı oyun oynuyoruz. Hem de kesintisiz; çünkü yoldan geçen araba sayısı neredeyse sıfır. En büyük tehdit ise iki üç ev ileride, kaldırımda yıkanan halılardan sokağa yayılan suyun, kalemizin önünden akıp gitmesi. Top ıslandığında oyunun tadı kaçıyor. Oyunumuza bir kez daha ara veriyor, kendimizi kaldırım taşlarına bırakıp muhabbete dalıyoruz.
Sonraki gün Yadigâr Amca’nın garaj kapısını kale yapıyoruz. Bu sefer de garaj kapısına çarpan topun çıkardığı gürültü Yadigâr Amca’nın gündüz uykusundan uyanmasına sebep oluyor. Koşa koşa gelip fırçalıyor bizi. Oynamaya devam ediyoruz ama kaleyi sokağın ortasına alarak. İki taş yardımıyla kaleler kuruluyor. Yadigâr Amca’nın savurduğu beddualar nedeniyle bahçesinin köşesindeki iğde ağacı sonumuzu getiriyor. Talihsiz bir şutla iğde ağacına giden top ağacın dikenine değerek oracıkta sönüyor. Patlak top bütün hevesimizi kursağımızda bırakıyor.
Bizi kimsenin rahatsız edemeyeceği bir yer arıyoruz. Lisenin arka bahçesi, tam da istediğimiz gibi. Bahçesi oldukça büyük. Sabah başlıyoruz maça. 20’de devre, 40’ta biter. İlk yarı, öğle saatlerinde bitiyor. Evlerimize dönüp öğle yemeği mola veriyor, sonra ikinci yarıyı başlatıyoruz. Sabah başladığımız maçı, akşamına bitiriyoruz. Bir gün boyunca oynadığımız maçları, halı sahaların hayatımıza girmesiyle bir saate indiriyoruz, çünkü artık paralı saha devreye giriyor. Akşama kadar top oynama devri sona eriyor. Bir saat maç yaptıktan sonra, diğer saatlerdeki maçları seyrediyoruz mecburen. Böylece top oynayarak vücudumuzdan attığımız yağlar, diğer maçları edilgen bir şekilde izlerken tükettiğimiz çekirdeklerle tekrar vücudumuza hücum ediyor.
********
Bir korna sesiyle irkiliyorum. Sanal topum arabanın altına kaçınca, tekrar sokağa bakıyorum alıcı gözle. Her şey değişmiş. Kentsel dönüşüm geçmişi kökünden kazıyıp fırlatmış. Geriye sadece Esatların evinin önünde duran ağaç kalmış; heybetini koruyarak tek başına mücadele eder gibi, her şeye inat dimdik ayakta duruyor. Gerisi yalan. Geride ne Ali Eren Amcanın ne de Yadigâr Amca’nın bahçe içindeki evleri kalmış. Çocukluğumda bu iki bahçeden az aşırmadığımız incir, kayısı, erik, nar ve dut ağaçlarının yerinde şimdi yeller esiyor. Onların yerinde demir filizlerin üzerine kurulmuş koca binalar yükselmiş. Zaman zaman büyük ailelerin büyüklerinin cenazelerinin yıkandığı avlular da yok olup gitmiş. Bir zamanlar kiracı olarak oturduğumuz, Coşkunların eviyle sırt sırta veren evimiz de direnememiş, sözüm ona güç birliği yaparak, yeni betonlarla birbirine karışıp tek yürek olup arşa çıkmış. Süleyman Amcaların evi de Selçuk’un dedesinin eviyle işbirliği yapıp arşa çıkanlardan. Abdullah Amca’nın, bütün sokağın bebelerini beslediği o canım sütleri de yere dökülüp ziyan olmuş, mandıranın yerini de yine çok katlı bir apartman almış. Sebahattin Amcaların evi de kentsel dönüşümden nasibini alan evlerden. Bu eve de sık sık gider, kapıyı kim açıyorsa (bazen Aslan Abi bazen Güler Abla ve bazen de Gülseren Teyze) köpekleri Bıdık’ı gezdirmek için izin isterdim. İznimi kopardıktan sonra Bıdık’ın tasmasına zincirini bağlar, o sokak senin bu sokak benim, koşa koşa gezer dururduk.
Kentsel dönüşüm savaşına direnen yapılardan biri de Ekrem Bakkal’ın olduğu bina. Şimdilerde ne Ekrem Bakkal kalmış ne de Ekrem Amca. Geçenlerde Ekrem Amca’nın profesör oğlu Zeki Abiyle konuştuk telefonda. Hem babayı hem de anneyi kaybettik, dedi. Yeni ikâmet etmeye başladığım ev ise yine kentsel dönüşümden nasibini almış bir binanın giriş katı. Rahmetli çocukluk arkadaşım Gökhan’ın tek katlı evlerinin olduğu yer de kentsel dönüşüm modasına uyanlardan. Küçükken Gökhanlara geldiğimde annesi Hanım Teyzenin ikramlarına mazhar olurdum. Şimdi giriş katında oturduğum bu ev, gözümün önüne o yaşanmışlıkları getiriyor.
Aradan geçen onca yılda, sokağımızın demirbaşlarını görememek, hayat savaşında onları kaybettiğimizi görmek hüzünlendiriyor beni. Ali Eren Amca’nın vakur yürüyüşü, Ayşe Teyze’nin o sıcak sesi, Yadigâr Amca’nın pala bıyıkları, Dursune Yenge’nin kendinden emin yürüyüşü; Abdullah Amca’nın top oynadığımız zamanlar dışında bize tebessümle bakan yüzü, oğlu Mümin Abi’den daha önce hiç duymadığım şarkı sözleri; Sebahattin Amca’nın eski Alman motosikletlerini tamir ettiği dükkânı; Süleyman Amca’nın sürekli gülen yüzü, Kiraz Yenge’nin bana takılmaları, Ekrem Amca’nın büyük marketlere inat, direnebildiği kadar direndiği bakkalı, Haluk Abi’nin sevgili babası Muhtar Amca’nın, her akşam eve dönüşte içi öteberi dolu olan filesiyle salına salına evimizin önünden geçişi hiç gözümün önünden gitmiyor.
Gözümün önünde beliriveren o kadar güzel anı var ki, hepsini yazmaya gücüm yetmiyor. Hüzünleniyorum. Geçmişle gelecek arasında yaşanan bu savaşta, barış çubuğu olan kaleme tutunup içimden geçenleri dökmeye çalıştım. Bütün bunları hüzünle yazarken ayakta durmaktan öyle yoruldum ki, kaldırım taşlarına bıraktım kendimi. Ancak yine kaleme tutunup ayağa kalktım ve son noktayı büyük bir hışımla koyuverdim yazımın sonuna [NOKTA].