Biz Radyoyu Çok Sevdik belgesel filmi 1970’li yıllarda Türkiye’de radyo yayıncılığında çalışan kadınların deneyimlerine ışık tutuyor. Kadın radyocuların spiker, prodüktör ve muhabir olarak karşılaştıkları zorlukları, ayrımcılığı ve verdikleri mücadeleleri konu alıyor. Belgesel, Müveddet Anter, Nurseli Duruel, Şebnem Savaşçı, Melek Dener, Şebnem Savaşçı, İnci Gürbüzatik, Selma Özgökmen Özinanır, Günseli Akol, Aylin Özmenek, Tuba Ayberkin, Gülsevil Tüzün, Bengül Erdamar, Demet Kayıran ve Özden Cankaya ile yapılan sözlü tarih görüşmelerine dayanıyor. Yönetmenliğini Nazan Haydari, Özden Cankaya ve Cem Hakverdi üstleniyor.

Nazan Haydari, Özden Cankaya, Cem Hakverdi

Böyle bir çalışmanın özünde hangi gerçeğe parmak basmak olduğunu sorarak başlamak istiyoruz. Kısaca; neden radyo, neden kadın radyocular ve neden o yıllar?  

Öncelikle sorularınız ve heyecanla takipte olduğumuz Mikroscope’ta Biz Radyoyu Çok Sevdik belgeselimiz üzerine konuşma fırsatı verdiğiniz için çok teşekkür ederiz. 

Bu çalışmanın özünde, ses ve radyonun kadınlar için süregiden bir mücadele alanı olarak tartışmaya açılması var. Toplumsal cinsiyet ve medya ilişkisine kurumsal yapılardaki mücadeleler çerçevesinden bakmanın kadın tarihine ilişkin yeni pencereler açma konusunda önemli bir adım olduğunu düşünüyoruz.

Bu filmin arkasında, 2018 yılı sonlarına doğru Özden Cankaya ve Nazan Haydari olarak başladığımız bir sözlü tarih projesi var. Nazan’ın radyonun feminist politika için önemine dair akademik merakı ve çalışmaları, Özden’in 1970’lerde Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu’nda (TRT) çalışmış olması ve aramızda radyoya ilişkin geçen küçük diyaloglar, Türkiye Tarihinde Kadın Radyocular başlıklı sözlü tarih çalışmasının başlangıcını oluşturdu. TRT’nin özerk olduğu 1964 yılından özel radyoların yayına başladığı yıllara kadar olan dönemi kapsamaya çalıştık. Görüşmelere Özden Cankaya ile başladık ve Cem Hakverdi, ilk görüşmelerin kaydını yaptı. İstanbul ve Ankara’da gerçekleştirdiğimiz sonraki görüşmelerin kayıtlarında farklı öğrencilerimizden destek aldık. 

Radyo deneyiminin de bir yansıması da olarak, kadın radyocuların paylaştıkları hikayeler ve anlatımları çok güçlüydü. Neden bir film olmasın diye konuşmaya başladık; böylece anlatılanları çok daha geniş bir kitleye ulaştırabilirdik. Sohbetlerde, sürecin zaten yakın takipçisi olan Cem, kayıtlardan bir kurgu yapmayı kabul edince film üretim sürecini başlatmış olduk. Bir yılı aşkın bir süre kurgu ve arşiv çalışması yaptık, hâlâ da devam ediyoruz. Yaklaşık beş farklı versiyon oluştu. Görsel arşiv için gazete kupürlerinden, belgelerden ve fotoğraflardan faydalandık. Ayrıca, sınırlı sayıda ulaşabildiğimiz radyo programlarından bölümler ve radyoyu hatırlatan gong sesi gibi sesler de kullandık. 

Sözlü tarih görüşmeleri yaparken, projenin odağını 1970’ler olarak belirlemeye karar verdik. 

1970’ler, 1980’ler ve 1960’lara göre göreceli olarak daha az çalışılmış bir dönem. Tabii, 1970’lerin feminist hareket için de önemli bir yeri de var. Feminist hareketin güçlendiği bir dönem. İlerici Kadınlar Derneği 1975’te kuruldu. Birleşmiş Milletler, hükümetleri kadın haklarını, kadının toplumsal ve özel konumunu iyileştirmeye teşvik etmek için 1975’i “Kadın Yılı”, 1975-1985’i “Kadın On Yılı” ilan etti. 70’li yıllar hem yayıncılık tarihi hem de kadın radyocular açısından önem taşıyor. 

12 Mart Muhtırası ve 12 Eylül darbesi, toplumsal cinsiyet konusunda radyo yayıncısı kadınlara ilişkin tarihe not düşülmesi gereken izler bıraktı. 70’li yıllar üzerinden, 1961 Anayasası’na dayanarak 1964 yılında özerk bir kurum hâline gelen TRT’nin dönüşümünü görebiliyoruz. Yayıncılık faaliyetlerini genişletmek amacıyla 1964-1973 yıllar arasında belli aralıklarla prodüktör, spiker, muhabirlik sınavları açıldı. Bu sınavları başarıyla geçen çok sayıda kadın radyocu, radyo yayıncılığına adım attı. Radyo, kadınların kamusal alandaki sesinin ve sözünün çoğaldığı önemli bir mecra hâline geldi. Biz de sözlü tarih çalışmamızla, bu seslere ve sözlere ilişkin hayat hikayelerini duymak istedik. 

TRT ve radyoculuk. Bu belgeseldeki kadın radyocuların söylediklerini incelediğimizde, TRT geleneğinin açık farkla öne çıkan başlıklardan biri olduğunu görüyoruz. Bu gelenek neyi işaret ediyordu ve bu çalışmadaki karşılığı neydi? Elbette yılları da göz önünde bulundurarak. 

TRT kurumunda, radyoculuk çok uzun bir geçmişe sahip. 1927’den, belgeselin konusunu oluşturan 70’li yıllara gelene kadar, köklü bir yayıncılık geleneği oluşmuş. Cumhuriyet’in erken dönemlerinde, radyo, eğitim ve kültür aracılığıyla toplumsal kalkınmayı hedefleyen bir araç olarak görülmüştü. 70’li yıllarda ise program yapımcıları, bu amaçlardan hareketle, toplumun dezavantajlı kesimlerinin sorunlarını gündeme taşımayı ve bu sorunlara çözüm önerileri sunmayı bir misyon olarak benimsemişlerdi. Mikrofon, bu sorunları duyurmak için bir araç hâline gelmiş. Program içeriklerine bakıldığında, kadınların, çocukların, işçilerin ve kırsal kesimde yaşayanların sorunlarının tüm yönleriyle aktarılmaya çalışıldığı açıkça görülüyor. 70’li yıllarda yaşanan siyasal olaylar ve çatışan ideolojiler doğrultusunda, toplumun çıkarlarının korunmasının daha belirgin bir ağırlık kazandığı söylenebilir. Radyoculuğun çok uzun yıllara yayılan bir süreç olduğunu vurgulayan, iyi radyoculuğun derinlemesine araştırma ve öğrenme süreçleri ile mümkün olduğuna dair inanış ve uygulamalar, usta-çırak ilişkisi ve birbirinden öğrenme kültürü de o yıllardaki geleneğin bir parçası olarak anlatılıyor.

Bunun belgeselini yaparken feminist dile özel bir vurgu yaptığınızı düşünüyorum. O feminist dilin içinde söylem olarak hangi başlıklar öne çıkıyor? 

Politik baskılara ve değişen yönetimlere karşı mücadelenin sürekliliğini görünür kılmak istedik ve radyoya duyulan sevgiyi ön plana çıkardık. 

12 Mart Muhtırası ve 12 Eylül darbesine dair referanslar politik dönüşüm ve baskılarla daralan alanlara işaret etti. Programlardaki çeşitlilik, toplumsal cinsiyete ve kadınlara ilişkin konuların sürekli gündemde olmasına, yasaklara rağmen toplumsal sorunları gündeme getirmek için verilen çabaları merkeze aldık. Örneğin, o zamana kadar yapılan programlarda kadınlarla özdeşleştirilen yemek tarifi ve ev işleri gibi geleneksel rolleri kırmak için kadın programlarında hukuk ve politika gibi konular el alınıyordu. Cinsellik ya da başlık parası üzerine programlar yapılıyordu. Spikerlik çok zor bir meslekti, ancak radyonun büyülü ortamı, bu zorluğu bir nebze unutturuyordu. Mücadele için dilin önemine vurgu yapan anlatılar da çok güçlüydü. Baskılar ne kadar büyük olursa olsun, mikrofon ve dil, kadınların söylemek istediklerini ifade etmelerini mümkün kılıyordu. 

Askeri dönemlerde giyilen kıyafetlere karışılmasına, kadın sesinin sabah ve haber programlarında istenmemesine ve yönetici kadrolarında genellikle erkeklerin bulunmasına ilişkin toplumsal cinsiyet odaklı anlatılara yer verdik. 1973 giriş sınavında başarılı olan kadınlardan bir grup, eğitim sonrasında kadınların radyoya, erkeklerin televizyona verilmelerine dair yaşadıklarını paylaştılar.

Bu kadın radyocularla konuşurken nasıl bir yol izlediniz? Kısaca nasıl bir süreç takip ettiniz? Çalışma nasıl başladı? Kaç yıl sürdü? Nasıl ivmelendi?        

Konuştuğumuz radyocu kadınların bir kısmı 1964-1965 yıllarında radyoda çalışmaya başlamışlardı. Ancak, belgeselde yer alan tüm yayıncıların 70’li yıllarda çalışmış olmasına özen gösterdik. Spikerlik, program yapımcılığı gibi, yayıncılığın farklı alanlarında deneyim sahibi olmaları da yayıncıları seçerken dikkat ettiğimiz bir başka husus oldu. Konuşanların bir kısmı kültür, bir kısmı eğitim, bir kısmı da eğlence ve müzik programları yapımcısıydı; her biri kendi alanlarına ilişkin deneyimlerini aktardı. Uzun saatler süren görüşmelerimiz çok doğal ve samimi ilerledi; çoğu zaman kameranın varlığı bile hissedilmedi. Görüşmek istediğimiz radyocuların bir kısmı çeşitli nedenlerden ötürü belgesele katkı veremediler. Belgesele katılmak isteyenlerle öncelikli olarak görüştük. 

Çalışma pandemi öncesi başladı ve yaklaşık dört yıl sürdü. Bu süreç içinde yaşamını yitirenler oldu. Program metinlerini değerli bir varlık olarak özenle saklayan ve cömertçe bizimle paylaşan Günseli Akol’u ve Aylin Özmenek’i belgeseli izleyemeden aramızdan ayrıldıkları için üzülerek anıyoruz. 

Montaj masasına oturduğunuzda, sizin bilincinizde olmayan ama bir biçimde kayıtlarda ortaya çıkan özerk bir alan yakaladınız mı? Eğer bu gerçekleştiyse, bunlar nelerdi? Sizi şaşırttı mı? Nasıl?

Görüşmeleri belli bir akış içinde gerçekleştirdik. Çoğu zaman sorulara verilen yanıtların ve duyguların ortaklaştığını gördük. Ancak, sorulardan bağımsız olarak anlattıkları bazı hikâyelerin paralellik göstermesi, aynı ortamda olmamalarına rağmen âdeta birbirleriyle konuşuyormuş gibi olmaları oldukça şaşırtıcıydı. Üstelik, bu radyocuların bir kısmı birbirlerinden farklı dönemlerde radyoda görev yapmışlardı. Bu durumun belgeselin kurgusu için yol gösterici olduğunu söyleyebiliriz. Cem, bundan yola çıkarak “kendi aralarında konuşuyorlar” gibi bir kurgu yaklaşımını benimsedi. Bu ortaklıklar ve benzerlikler, mücadelenin sürekliliğini farklı hikâyeler üzerinden görme şansı sundu.

Bu belgeselin en çok kime ulaşmasını arzu ediyorsunuz? Nerelerde gösterilecek? Bu anlamda, hedeflediğiniz kitle kim?

Geniş bir izleyici kitlesine ulaşmanın her belgesel için kurulan bir hayal olduğunu düşünüyoruz. Gösterim sonrası söyleşiler, izleyici ile film üzerine konuşmak ve izleyicilerin filmden yola çıkarak kendi duygu ve deneyimlerine ilişkin paylaşımlarını da dinlemek de bu hayalin bir parçası. Film festivalleri ve özel gösterimler bunun için önemli alanlar. İlk özel gösterimimizi Petra Holzer ve Ethem Özgüven davetiyle 11. Bozcaada Uluslararası Ekolojik Belgesel Festivali’nde gerçekleştirdik. İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde bir gösterim yaptık. Üniversitelerde ve derslerde de gösterimler yapmaya devam etmek istiyoruz. Birkaç festival ve özel gösterimin ardından belgeselimizi Youtube üzerinden herkesin erişimine açık olarak paylaşmak istiyoruz.