Şair Ahmet Bozkurt, Ku’yu’da okuru şiirle felsefenin, imgeyle kavramların iç içe geçtiği düşsel bir yolculuğa çıkarıyor. Gerçekle düş arasında bir yerde yakalandığınız şiirler sizi her birini yeniden okumaya itiyor. Şiiri etteki kıymığa benzeten Bozkurt’a göre şiir yalnızca acıtmakla kalmaz, varlığıyla da ben hep buradayım der. Bozkurt’la Ku’yu’yu, şiirdeki yolculuğunu, Erzincan’da yayınlanmaya başladıktan sonra ses getiren şiir dergisi Le poète travaille [Şair Çalışıyor]’ı, Türkiye’de dergi yayıncılığını, sevdiği şairlerle başucu kitaplarını konuştuk.
Erzincan doğumlusunuz. Erzincan’dan başlayacak olursak şiirinizi kimler, neler etkiledi?
Şiiri hep bağlantısız bir varlık alanı olarak gördüğüm için tek başına bir mekâna ve zamana havale edilemeyecek bir kayıtsız alanı olarak kurdum kendi poetik bakışımda. Bu süreçte elbette ki okuma, yazma ve yaratma sürecime eşlik eden pek çok olgu ve kişi olmuştur. Olmaya da devam edecek. Her şeyden önce şiirimi hiçbir zaman bir mekânla ya da durumla bağlantılı kılmadım. Uzun erimli ve en çok da kendini sorgulayan ve hep kendi içine bakan bir şiir kavrayışından yana oldum. Şiirin ufkunu, iç ufkunu alabildiğine genişletebilecek her okuma, her durum belirleyici oldu diyebilirim. Tarih, felsefe, sosyoloji, plastik sanatlar, olgular, mimari uzam vb. alabildiğine disiplinler arası ve metinler arası bir izleğin eşliğinde kendini kuran bir şiire varmak istedim, hep devam eden bir süreç. Her gün öğrendiğim her yeni şeyin yarattığı şaşkınlığın içerisinde şiirimi kurmak bana güç veriyor. Tek başına şairler değil ama pek çok düşünür ve yazar bu süreçte hep yanımda oldular diyebilirim.
Erzincan’da 1998-1999 yılları arasında önce Taşra dergisinin yayın kurulunda yer aldınız, hemen ardından 2000’de de kendi derginizi çıkarmaya başladınız; Le poéte travaille (Şair çalışıyor). Taşradaki dergicilikle merkezdeki dergicilik aynı anlama geliyor mu? Farklılıkları neler? Le poéte travaille’yi neden çıkarmaya başladınız?
Hep kanıksadığımız ve artık neredeyse duymaktan bıktığımız bir sözdür: “Edebiyat ve sanat alanındaki tıkanmadan ve yetersizlikten dolayı böylesi bir dergiyle karşınıza çıkıyoruz.” Evet, birileri hep müdahale ediyor, fakat her nedense bu müdahaleler çoğunlukla bir cahil cesaretinden öteye gidemiyor. İnsanlar artık edebiyatı değil kendi bireyselliklerini merkeze aldıkları için dergi çıkarmaya başlıyorlar. Ortalıkta mide bulandırıcı bir pragmatizm ve fetişleştirilen bir pop-çağı çılgınlığı var. Yazık ki artık her şey gibi edebiyata da sızdı bu tavır. Hem maddi olsun hem de ondan daha güç ve çileci yanıyla bir nevi “acı” nosyonunu fetişleştirerek bir kült olarak önümüze konan yapısıyla da dergicilik hiçbir zaman ondan vazgeçilemeyecek bir olgu. Tüm açmazlarına, zorluklarına ve götürdüklerine rağmen… Her zaman iyi şeylerin müsebbibi olduğu da söylenemez. Çoğu zaman çok yanlış heveslere ve yanlış hesaplara dahi yol açabilir, açıyor da. Fakat her şeye rağmen dergicilik en azından yazıya baş koymuş, onu bir yaşam biçimi olarak tüm hazlardan da öte merkezi bir noktaya koyan gerçek edebiyatçılar için yine de vazgeçilemeyecek yegâne şeydir. Zira edebiyatçının onun dışında gidebileceği bir evi yoktur. Bir derginin kapağı onu tüm yağmurlara ve rüzgârlara karşı güçlü kılar, bir derginin bütün sayfaları da bir yorgan olup içini ısıtır. O nedenle, dergiciliği hiçbir zaman düz çizgisel anlamda bir ego tatmini olarak görmemek gerekiyor. En azından işini (yaşam biçimini) gerçekten bir ibadet hassasiyetiyle yapanlar için bu böyledir. Dergiciliği muhakkak ki bir ego tatmini ve yükselme, görünür olma, podyuma çıkma gibi görenlerimiz de vardır. Fakat bu türden kişilere de fazla takılıp kalmamak gerekiyor. Zira edebiyatın rüzgârı karşısında onların da hiçbir şansı olmayacaktır, olmamalıdır!
LE POÈTE TRAVAILLE DERGİSİNİN ÇIKIŞ ÖYKÜSÜ
Le poète travaille [Şair Çalışıyor] dergisinin çıkış öyküsü hem pek çok edebiyat dergisinin yayımlanma saiklerinden ayrı düşmeyen hem de süreç içerisinde bu öykülerden kendisini ayrı bir yerde konumlandırmayı bilen, kendi öyküsüne sahip olmasıyla da farklı bir tecessüsün izlerini bıraktı Türk edebiyatına. Kuşkusuz bu tespit ayrı bir çıkış öykümüzün olmadığı anlamına gelmiyor. Erzincan’da, bir taşra kentinde edebiyat ve sanatla uğraşmak, hele ki bu uğraşın verimleriyle hemhal olmak öyle sanıldığı kadar kolay değil. Her şeyden önce adına taşra deyip onu her türlü verimsizliğin, ataletin, kapanmışlığın simgesel figürü haline getirilmiş bir mekânda yaşamak, sonrasında bu mekânda soluk almaya çalışmak başlı başına bir sorun iken, bir şiir dergisiyle edebiyat dünyasının karşısına çıkmak sanırım cesaretten biraz daha fazlasını gerektiriyor. Le poète travaille dergisinin çıkış öyküsünü kabaca iki döneme ayırmak mümkün. Hem yazınsal kapsamı hem de süreç içerisinde yönlendirici, ses getirici özelliklerinin öne çıktığı veçheleriyle Le poète travaille kalıcılığını gösterdi ve neredeyse artık bir parolaya dönüşen, hemen her yerde, her alanda dillendirilen “şair çalışıyor” lafzıyla da pek çok kez isminden söz edilmesi zorunlu hale gelen bir simgeye dönüştü. Ocak-Şubat 2000’de yayımlanan ilk sayısından 5. sayıya kadar geçen zaman dilimi derginin ilk dönemini oluşturur. 6. ve 13. sayıları kapsayan ikinci dönem daha çok derginin matbuat ve yaygınlaşma evresini oluşturmaktadır. Her edebiyat dergisinin gizli bir tarihi vardır. Le poète travaille’ın tarihi de onu oluşturan zorunluluklardan ayrı düşünülemeyecek bir tarih. Her ne kadar mikro ölçekte kişisel bir zorunluluğun yansıması olarak görülse de yine de nevi şahsına münhasır pek çok özelliğiyle edebiyat tarihimizde ayrıcalıklı bir yere sahip olduğunu düşünüyorum. Taşrada edebiyat ve sanat yaşamının merkez addedilen metropollere oranla daha doğurgan ve daha canlı olduğunu düşünmüşümdür hep. Dışarısının her türlü yalnızlığını içselleştiren bir ruh iklimi egemendir taşrada. O yüzden küçük taşra kentlerinde edebiyat ve sanat meraklıları hemencecik bulurlar birbirlerini. Zamanla bu doğal birliktelik hiçbir nesep, etnik köken ve din farkı gözetmeden bu insanları bir araya getirir. Bir çay ocağının bahçesinde, bir kitabevinde kendiliğinden açığa çıkan edebiyat sohbetleri, kitap okumaları aslında bilgiye ve öğrenmeye olan açlığın da bir tezahürüdür. Erzincan’da Le poète travaille’dan önce yayımlanan Taşra dergisinin böyle bir öyküsü vardı. Dışarıdan gelen her sese kulak kabartmak, kendi iç sesini dinlemek bu türden bir sürecin onsuz olunmaz bir sonucuydu. Aşklarımızı, kırgınlıklarımızı, çocuksu hezeyanlarımızı hep bir arada yaşadığımız, Erzincan sokaklarına taşıdığımız, belki de bir daha yakalayamayacağımız sahiciliğiyle yeni bir dile, yeni bir ortaklığa adım attığımız ilk eşik olmuştu taşra yaşantısı. Bugün geriye dönüp baktığımda bu çocuksu heyecanın, peşi sıra sürüklendiğimiz hayallerin pek çoğumuzu üzen aşklarımızdan da öte bir anlam taşıdığını görmek hiç de şaşırtıcı değil.
ENİS BATUR’DAN GELEN MEKTUP
İlk dönem daha çok kendimiz için çıkan bir dergi görünümündeydi. Sınırlı sayıda takipçimiz vardı. Pek çok kişi dergiye ulaşmaya çalışıyordu. Açıkçası yaptığımız işin çapının pek de farkında değildik. Bir gün Enis Batur’dan bir mektup ve telefon aldık, sonra 2002 yılında İstanbul’da kendisiyle bir görüşmem olmuştu. O gün Enis Batur’un söyledikleri halen daha kulaklarımda çınlar: “Yayın kurulu toplantısında elden ele dolaştı Le poète travaille, herkes ‘Kim bu adamlar?’ dedi. Dergimi ellerinden zor kurtardım.” Bu son sözü söylerken Batur’un gözlerindeki ışıltıyı fark etmek açıkçası sarsmıştı beni. Le poète travaille’ı bu şekilde sahiplenmesi bizler için çok önemliydi. Enis Batur, kendisinin her türlü katkıya açık olduğunu ve dergimizi destekleyeceğini belirtti. Bense oturmuş, şaşkınlığımı bir türlü üzerimden atamıyordum. Her ay sonu masasının üzerinde bekleyen, Türkiye’nin her yerinden gelen yığınla derginin içinden bazı isimleri cımbızla çektiğini söylüyordu Batur. Bu tarihten sonra bir anlamda Enis Batur’u dergimizin ikinci kurucusu olarak görmek gerekiyor. Bu heyecandan güç alarak yeni sayı için hazırlıklara başladık. 6. sayıyı İlhan Berk özel sayısı olarak hazırladık. Berk’in yayımlanan ilk şiirini ve diğer şiirlerini telefonun ucunda yazıya döktüm. Hatta “Ses” şiirinin ismini beraber kararlaştırmıştık. Dergiye her geçen gün ilgi daha çok artıyordu. Her kesimden, her yaştan şairin, okurun desteği bizim için oldukça gönendiriciydi. Sahici ve yaptığı işe inanan bir dergi oluşturmak öncelikli amacımızdı. O yüzden siyasal kaygılarımız, önceliklerimiz hiçbir zaman olmadı. Dergimize gelen her ürünü yazarının ismine ve konumuna bakmadan değerlendirmeye tabi tuttuk. Önceliğimiz hep yazınsal metnin ve şiirlerin sanatsal değeri üzerine odaklandı. Böyle bir tutum sonrasında, doğal olarak, küstürdüğümüz pek çok isim oldu. Çünkü daha en başından itibaren bir taşra dergisinin olası tüm hastalıklarından uzak bir şekilde dergimizi koordine etmeye çalıştık. Bu dergi eş, dost, grup, cemaat dergisi olmayacaktı. Kuşkusuz bir kadro dergisi olarak da düşünülebilir Le poète travaille. Fakat bildik kadro dergilerinden ayrılan pek çok yönü vardı. Sırf kendimizi ya da çevremizdekileri öne çıkartmak için güzellemelere yer vermedik sayfalarımızda. Sadece iyi şiire, iyi eleştiriye kapımızı her zaman açık tuttuk. Bunu ne kadar başardık sorusunun cevabını uzun tartışmalara sebebiyet veren Fransızca ismimize bakarak değil de dergimizin sayfalarında bulmak pekâlâ mümkün. Le poète travaille, ucuz söz siyasetlerine kapılmadan zamanının ruhunu yakalamaya çalışmaktan ziyade, bizatihi yüzünü şiirin kalbine döndü. Onu anlamaya, görünür kılmaya çalıştı. Çünkü zaman belirsiz ve simülatif bir kurgu içerisinde gittikçe erimekteydi. Her geçen gün edebiyata egemen olan fütursuz cehaletin tanığı oldukça, öncelikli olarak yapılması gereken şeyin daha çok şiire, daha çok yazıya dönmek olduğunun farkındaydı. Le poète travaille dergisinin ilk sayısı Ocak 2000 yılında yayımlandı. Ağustos-Eylül 2005 tarihli 13. sayısıyla da yayınına ara verdi. Kapandı demiyorum, çünkü halen bir imkân ve teselli olarak yeniden yayımlanma düşüncesini her daim diri tutuyoruz: bir hayal ya da istek olmanın da ötesinde, bir gereklilik olarak daha çok. Aslında dergi yayımlanmaya devam ederken çeşitli vesilelerle, kimi zaman açıkça kimi zaman da herhangi bir söz söylememize gerek kalmadan, bizatihi bir üretim ve eylem biçimi olarak Le poète travaille çıkış gerekçesini, ilkelerini, amaçlarını ortaya koymuştu. Bunda ne kadar başarılı olduk, eksikliklerimiz, surda açtığımız gedikler nelerdir sorusuna verilebilecek cevap, belki bugünden bakıldığında daha kolay gözükebilir. Her şeye rağmen dönüp geçmişe baktığımda hedeflediğimiz pek çok şeyin her türlü kısıtlı imkâna rağmen gerçekleştiğini görmenin hazzını duyumsamak güzel bir şey. Fakat şu da bir gerçek: gerçekleştirdiklerimizin toplamı hiçbir şekilde dergimizin varlık nedenlerinden birini oluşturmadı. Le poète travaille daha en başında, yayımına başlarken bir fısıltı, bir ses olmak hülyasıyla çıkmıştı yola. Zaman ilerledikçe bu fısıltının uğuldayan derinliğine tanıklık etmek, eşine az rastlanır bir mutluluk kaynağı oldu. Le poète travaille taşrada çıkan bir dergi olarak hiçbir zaman merkez-çevre sarmalı içerisinde boğulmadı. Gün doğarken yatağına giren Saint-Pol Roux’nun kapısına astığı sözün hakkını vermeye çalıştı. Amacımız ve ilkemiz oldukça açıktı: “Sessizliğin ve suskunun yaratıcı edime dönüştüğü bir düşselliğin eşiğinde duruyoruz; bu eşik de ancak sözün ve dilin gücüne, şiirin gücüne inanan insanların varlığıyla kendisini var edecektir.” Le poète travaille dergisine yönelik olan Cumhuriyet tarihinde eşine az rastlanır bu ilgi neden kaynaklanmaktaydı? Söz konusu ilgi bu yoğun ve güncel tartışmada taraf olmaktan, çorbada bizim de tuzumuz olsundan ziyade, tamamen yazınsal önceliklerden kaynaklanan bir durumdu. Her kesimden pek çok ismin bir arada bulunduğu kaliteli bir dergide yazma güdüsünün ön planda olduğunu söylemek mümkün.
KÜLTÜREL BİR ÇÖLLEŞMEYLE KARŞI KARŞIYAYIZ
Bugüne kadar yazılarınız ve şiirleriniz Birikim, Virgül, Hürriyet Gösteri, Kitap-lık, Varlık, Mimesis ve Hece gibi dergilerde yayınlandı. Türkiye’deki dergiciliğin geldiği noktayı sormak istiyorum. Sizin yayıncılığa başladığınız günden bugüne baktığınızda bir değişim görüyor musunuz?
“Bizim kuşağımız”, “bizim zamanımızda” ile başlayan cümlelere hiç itibar etmemişimdir. Nedense ruhsuz bir romantizmin ve muhafazakâr bir refleksin tercümesi gibi görmüşümdür hep. Bu tuzağın içine düşeceğimi bile bile söylemem gerekecek. Benim de içinde bulunduğum kuşak 90’lardan 2000’lere insanlık tarihindeki en köklü değişimlerin içine doğdu, bir nevi sessiz tanığı oldu. Bütün teknolojik dönüşüm süreçlerine çok hızlı bir şekilde şahitlik ettik ve bu tanıklık baş döndürücü bir şekilde devam ediyor. Kalem ve kâğıttan, daktilodan bilgisayara, internete dijital alandaki gelişmeler doğal olarak edebiyat ve sanatın dağıtım ve temsil süreçlerini etkilediği gibi üretim süreçlerine de etkisi sorgulanamaz boyutta. “Dergicilik ruhu” denen şeyin hep hayatın bir adım önünde olduğunu görmek; yazının o sonsuz utkusunun aynı zamanda yazgımızın da ayrılmaz bir parçası olduğunun farkına varmak birer okuyucu olarak gün geçtikçe bizleri edebiyat dergilerine yaklaştıran tek şeydi. Edebiyatımızda çok ciddi etkiler bırakmış, okul olma özelliğine sahip pek çok dergi var. Dergicilikleriyle öne çıkan çok kıymetli kalemlerimiz var mesela: Ali İhsan Tokgöz, Yaşar Nabi Nayır, Cemal Süreya, Memet Fuat, Enis Batur ve Enver Ercan gibi ilk elden söz etmemiz gereken isimlerin edebiyat kavrayışına getirdiği yenilikler ve yaygınlaştırma faaliyetleri anılmadan edebiyatımızın gerçek anlamda bir arkeolojisini çıkarmak pek mümkün değildir. Dergilerin geçmişte sahip olduğu misyon romantik bir misyondu, evet ama aynı zamanda edebi kültürün nefes almasını sağlayan biricik mekânlardı. Bugün pek çok şey dijital dünyanın hesapsız kitapsız ilerlemesine bağlansa da aslında son çeyrek yüzyılda kültürel bir çölleşme ile karşı karşıyayız. Hatta bu çölün içerisinde su arayan bedevilere döndük neredeyse. Suyun kaynağına ulaşmak için her türlü malzemeye sahibiz. Fakat popüler kültürün vasat dünyası içerisinde hareket etme kabiliyeti de çok sınırlı artık. Bugün iyi edebiyat dergileri ayakta durmaya çalışıyor, bu ayakta duruş ve direnç piyasa koşullarından ya da dijital dünyanın istilasından kaynaklanmıyor maalesef. Estetik olanın günden güne gözden düşmesi, nitelikli edebiyat kavrayışını üretecek yeterli zihinsel üretimlerin azlığından kaynaklanıyor. Aynı torna tezgâhından çıkan birörnek sözde edebiyat-kültür-sanat dergilerinin sığ bir popülerliği topluma boca etmesinden kaynaklanıyor. Bugün dijital dünyanın gelişimini ve sağladığı olanakları edebiyat için bir imkân olarak gördüğünüz noktada geçmişten daha avantajlı bir noktada olduğumuzun da farkına varmış oluruz. Yeter ki bu imkânı değerlendirebileceğimiz üretken bir edebî kültüre sahip olalım.
Ku’yu üç bölümden oluşuyor: Noli me Legere, Ex Osse Sancti Vincentij ve Post Scriptum. Bu bölümleri şiirlerin yazıldığı dönemlere göre mi ayırdınız?
Ku’yu yazılış süreci açısından oldukça uzun bir zamana yaslanıyor. Kitabın bölümlemesi yazıldığı zamanlara göre değil kavramsal bütünlüğe göre oluşturuldu. En eskisi 1998 tarihli olan şiirler de var. Kitapta yer alan şiirlerin kendi şiir serüvenim içerisinde iç içe geçen ve birbirine sıkı sıkıya bağlı olan bir düğüm olarak görülmesi için biraz da böyle bir bölümleme yoluna gittim.
AŞKIN DOĞASI DİL-İÇİ BİR MESAFESİZLİKTİR
İlk bölümdeki şiirlerinizde daha çok aşkın metafizik yanına yer verdiğinizi düşündüm. Bir tür ulaşılamama fakat aşkın varlığıyla bütünleşme isteği gibi. Ne dersiniz?
Bir yönüyle tam da dediğiniz gibi. Bir yönüyle ama çoğunlukla da kendi anlamını terk eden, kendi uzamına uzak, bağlantısız bir anlamı imler aşk metafiziği söz konusu. Terk ettiği, ayrıldığı, yalnızlığa mahkûm ettiği ölüm duygusuna yabancı bir tenhalık bir yönüyle de. Kendi öznesini bağlantısız bir şekilde yabancılaştıran, yok sayan, anlamı yüzde boşalmış bir im olarak açığa çıkmasıdır bir yönüyle de. Çünkü aşkın doğası, bağlantısızlığı dil-içi bir mesafesizliktir. Hem uzağı hem de yakını belirsizlikle tek bir mekâna mukim kılan bir mesafesizlik…
Şiirlerinizde gerçekle düş arasında bir yerde bırakıyorsunuz okuru. Bu, öylesine bir his yaratıyor ki şiirlerinizi bir kez daha okumaya itiyor. Bu şiirinizde neye karşılık geliyor?
Aşk, hakikat, benlik Ku’yu’da mevcut ve mevcut olmamış gerçekliklerin dışında bir hakikat olarak yer alıyor. Varlığa içkin fark ediş her zaman gerçekleşmeyebilir. Fark edilmemiş olanın bilgisine ancak düşler aracılığıyla varılabilir. Düşler saklı olanın, kayıt altına alınmış belleğin yatağıdır. Düşlemler aşkın beşiğidir. Çünkü düş gerçeğin dışına kaçıştır, belleğin olmadığı, bilincin gevşediği dingin bir uzamda var olur. Şiirin eşiğine varan ilk duygu her zaman unutuşun sarmalında bekleyen bir sözün aşkınlığı içerisinde var olur. Bilinç her zaman bu varoluşa kapı aralar. Çünkü varlığın uykuya yatırılmasıdır şiir. Şiirde duyguyu mümkün kılan her şey de ancak düşlemin poetikası sayesinde gerçekleşebilecektir. Düşlemlerin dili ise zamanı felce uğratan bir dildir. Dilin; eşiğine gelip dayandığı, soluklandığı, yurtlandığı ve zamanın geçişsizliğine olanak tanıyan şeyin tinsel bir edim olduğunu hatırladığı bir bekleyiş ve aynı zamanda unutma durağıdır şiirsel imgelem. Şiirimin düşlem-gerçeklik arasında kurduğu mesafe, geçirimsizlik ya da bir olduğu bütün dile gelme biçimleri tam da bu nedenle varlık öncesi bir duraklama anına karşılık geliyor.
ŞİİRİN NADİREN DÜŞTÜĞÜ YERDİR KALP
İkinci bölümde şair bizi yönlendiriyor; şiir kalbe düşer diyor. Şiirin kalbe düşmediği anlar sizce var mı?
Şiir yaşamın derinine bir yarık açar. Etteki kıymıktır şiir. Yalnızca acıtmaz, varlığıyla ben hep buradayım der. Şiirin nadiren düştüğü yerdir kalp. Kalbin patika yollarında ömür tüketir şiir. Varlık sorgusuyla kendisine ait kılabildiği bir kalbin arayışındadır. O nedenle kalpten ziyade aklın sarmalında tüketir kendisini daha çok. Kalp çoğu zaman mantık çerçevesinin bir maskesidir şiir için.
Yine bu bölümdeki Kan Saati şiirini okurken şu dizelerde hiçlik ve yalnızlığın izinden yürürken buldum kendimi: “Zamanın sırdaş kıldığı acılar kadar akraba olsam yalnızlığıma, yalnızlığına.” Şairin kendi yalnızlığına vurgusu ötekinin yalnızlığından mı beslenir?
Şiir her şeyden önce kendini yalnızlığa mahkûm eder. Ötekinin yalnızlığı şair için hep vardır zaten. O nedenle de hep yalnızlığa yazgılı bir edimdir şiir. Tüm dilsel sınırlardan ve eşiklerden uzak yazının o tuhaf ülkesinde varlığını tamamlayan şair için söz kendisini hiçbir zaman büyüsünden kurtaramadığı biricik yalnızlığıdır. Yalnızlığın benliğinde açtığı yarayla dilin en uç sınırlarında gezinen şair kendi yitik ülkesine doğru yaptığı yolculuğun kayıtlarını tutar. Yaratıcılığının belki de en onulmaz, erişilmez seviyelerinden birisidir yalnızlık. Sözcükler gibi bir başına olmaklığın hüznünü tadan şair tinsel bir uzamda dile kendi varoluşunun bile sağlayamadığı bir sahicilik yükler. Onu çepeçevre kuşatır, tüm fetişlerinden arındırır.
Post Scriptum yani üçüncü bölümde de “hamiş”, “sona eklenen not”lara yer veriliyor. Ku’yu için mi bu notlar yoksa şairin kendisi için mi?
Hamişler şair için Ariadne ipliği, o olmadan yolunu bulması çok güç. Sözcüklerle kurduğu labirentte belleğin uçurumuna onu yaklaştıran küçük ekmek kırıntıları bunlar aynı zamanda.
Şiir söz konusu olduğunda zihinde açılan fraksiyonlar hep hatırlamanın başlangıç eşiğini mi oluşturuyor?
Şiir zamana karşı bir oyun oynar. Eşiğine gelip dayandığı her imge zihinde cisimlenen imgenin başlangıç eşiğini oluşturur. Bekleyiş ve unutuş hatırlamayı mümkün kılmak içindir. Böylelikle şiir varlığı nostaljik bir hatırlanma içerisinde bu dünyaya dahil etmenin imkânına sahip olur. Şiirin zamana karşı oynadığı oyun dilsel ikamelerle ve hatırlamayla malûl bir geçmiş hafızasıyla gerçekleşir.
ŞİİRİM BİÇEMSEL OLARAK HER AN DEĞİŞİYOR
Bir de biraz eskilere dönmek istiyorum. İlk şiirinizi yazdığınız günden bu yana şiirinizde neler değişti?
Her gün ve her dakika değişiyor diyebilirim. Biçemsel değişim her zaman söz konusu. Değişim kendi poetik sarmalında ilerleyen bir güzergâha sahipse anlamlıdır. Değilse zaten kelime oyunlarından ve biçimcilik hastalığından öteye gidemez.
Sizin gözünüzden şiiri anlatır mısınız? Şiirinizin meselesi nedir? Niçin şiir yazıyorsunuz?
Hiçbir vakit şiiri tek başına yaşamla eşitlenecek bir yapı olarak görmedim. Şiiri tek başına estetik bir görü olarak da kabul etmedim. Çünkü bana göre şiir her şeyden önce tek başına tüm bunların bir toplamıdır. Olmayan her şeyin ve olan her şeyin oluş halindeki tek biçimidir. Özetle şiir için “her şey” ve “hiçbir şey” dediğim yer tam da burasıdır. Şiire ancak bu zaviyeden bakıldığında bütün anlamları kendi potasında eriten ve aynı zamanda bütün biçimleri parçalayan, yok eden ve yeniden var eden bir oluş hali olarak görmek gerekiyor. Şiir tek başına her şeydir ve hiçbir şeydir. Bu her şeyin ve hiçbir şeyin benim açımdan ilk ifadelerinden birine hayat verdikçe ancak bir şiirden, kendi şiirimden bahsedebilirim.
Benim şairim dediğiniz şairler var mı? Ya da hep elinizin gittiği, evinizin baş köşesindeki şiir kitapları hangileri?
Hallac-ı Mansur, Hafız, Nesimi, Kaygusuz Abdal, İbn Arabi, Petrarca, Shakespeare, Hölderlin, John Keats, Nerval, Walt Whitman, Baudelaire, Rimbaud, Saint-Pol Roux, Gabriele d’Anunzio, Kavafis, Alfred Jarry, Rainer Maria Rilke, Guillaume Apollinaire, Ezra Pound, Novalis, George Trakl, T.S. Eliot, Mayakovski, e.e. cummings, Andre Breton, Louis Aragon, Bertolt Brecht, Lorca, Michaux, Borges, Beckett, Ionesco, Ritsos, Edmond Jabés, Maurice Blanchot, Wolfgang Borchert, Yves Bonnefoy, Ingeborg Bachmann, Sohrab Sepehri, Adonis, Ahmet Haşim, Ercüment Behzad Lav, Nâzım Hikmet, Behçet Necatigil, İlhan Berk, Cemal Süreya, Turgut uyar, Edip Cansever, Ece Ayhan, Asaf Halet Çelebi, Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday, Salah Birsel, Sabahattin Kudret Aksal, İsmet Özel, Gülten Akın, Gülseli İnal, Hilmi Yavuz, Ahmet Oktay, Enis Batur ilk elden verebileceğim isimler. Binbir Gece Masalları, Hafız’ın Divan’ı, Goethe’nin Faust’u ve Doğu-Batı Divanı, Kaygusuz Abdal’ın Huyname’si, Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’si; Maurice Blanchot’nun Karanlık Thomas’ı, Marguerite Yourcenar’ın Hadrianus’un Anıları, Hz. Ali’nin Nehc’ül Belaga’sı, Shakespeare’in Hamlet’i, Amiel’in Günce’si, Pierre Klossowski’nin Baphomet’i, Ernst Bloch’un Umut İlkesi ise şiirsel başucu kitaplarım diyebilirim.
Toplumsal değişimin izini şiirde görmeli miyiz? Şiir, neden beslenir, nerelerden beslenmelidir?
Şiir de dahil tüm edebi yazın biçimlerini sınırlandırmak, bağlantılı bir şekilde düşünmek marazi bir yaklaşım. Şiir her şeyden beslenebilir ve hiçbir şeyi de anlatmak zorunda olmamalıdır. Şiir elbette toplumsal, bireysel tüm süreçlerden beslenebilir, beslenmelidir de. Ama beslenmiyor diye de şiire yüklenemezsiniz. Şiir yerine göre bir psiko-biyografidir, yerine göre tarihtir, yerine göre felsefedir. Ama bunlardan daha fazla ve her zaman şiir yalnızca şiirdir. Şiiri tek bir biçime, anlayışa, popülist hülyalara havale ettiğiniz vakit ortada klişelerden oluşmuş eciş bücüş söz yumaklarından başka bir şey bulamazsınız. Bu tarz yazılmış şiirler de yalnızca kendi zamanını ilgilendirmiştir. Evrensel bir iddiası ve sürerliği hiçbir zaman olmamıştır.
Antoloji ve derlemeler hazırlayan bir şair olarak şiir yıllıkları, şiir seçkileri hakkındaki düşünceleriniz neler?
Antolojiler derleyicilerinin estetik beğenisinin ve tercihlerinin yanı sıra göz ardı edilemeyecek dönem kurucu dinamiklere, sosyolojik gerçekliklere de odaklanmak durumundadır. Bu bağlamda seçilen her eserin yazınsal niteliğinin yanı sıra dönemsel niceliğinin de göz ardı edilmeden ele alındığı bir toplam ele alınan konunun gerçek kimliğini ortaya çıkartabilecektir. Bizde antolojiler genelde hep bir rüşt ispatı, şairliğin tescili olarak görülmüştür. Edebi kanona ait olmakla eşdeğer düşünülmüştür. Tıpkı ödüllerin üstlendiği marazi nişan dağıtma olayı gibi. Antoloji demek derleyenin beğenisi ölçeğinde gerçekleşmiş bir güzellikler bütünü olarak düşünülmemeli. Kötü eserler antolojisi de yapabilirsiniz. Gerçek bir antoloji ele aldığı bağlamı ne kadar eksiksiz ve nesnel bilimsellikle ele alıyorsa o kadar değerlidir. Tarafgir ve öznel kaygılarla yapılmış çalışmaların edebiyat açısından da bir anlamı yok. Güneşi balçıkla sıvamak mümkün değil. O nedenle antolojiler, yıllıklar etrafında kopartılan yaygaranın kime ne sağladığından ziyade edebiyata ne kattığının sorgulanması gerekir.
Son olarak günümüz Türk şiiri hakkında neler söylemek istersiniz?
Bugün ne istibdadın sisi içerisinden yükselen bir ses ne de Bursa kalesinden şimdisine ve geleceğine seslenen bir şiir var. Bugün, yazık ki, pop bilgi nümayişi içerisinde körelen zihinlerini sözde şiir ile cilalayan bir bakar-kör şiir iklimine sahibiz.
Türk şiirinde genç şairlerin, hemen her zaman, en sıkı okuru Cemal Süreya olmuştur. Onun sönmeyen bir hevesle takip ettiği genç şairler için sarfettiği sözler, kendi şiirini kurması açısından da anlamlıdır: “Tuhaf bir yazgısı var şairin: Ya zamanında ölecek ya da kendinden sonraki şiirsel serüveni sonuna dek izleyecek. O serüven, yazmayı sürdürdüğü sürece, kendi şiirinin serüvenidir çünkü”. Cemal Süreya’nın dillendirdiği bu gerçeklik genç şiire ve şaire odaklanacak bakışımız için açılan önemli bir ayraç. Şairin şiire getireceği her türlü yenilik, putkırıcılık gerçekte şiirin diriliğiyle birlikte yürüyen bir yaşam alanını açacaktır. Fakat şiirin genç olduğunu söylemek aslında paradoksal biçimde farkına varılamayan bir geç kalınmışlığı, ertelenmeyi de şiirsel algımıza bir sorun olarak sunmalı. Bu haliyle düşünmediğimiz vakit faydasız bir geçmiş-gelenek reddi ve pop-bilgi nümayişinin kutsanmış görüngüleriyle şiiri bir mağduriyet psikozuna taşımaktan, mazlumluk istencine boyun eğmekten öte bir anlam taşımayacaktır.
Günümüz şiirinin en önemli özelliği aceleciliği. Bitimsiz bir hırsın, hevesin kurbanı olan bir acelecilik. Mayakovski, “Genç şairin bitmemiş şiiri pek yoktur,” derken çok haklıdır. Bugün şiirimizi sadece yaşadığı an ilgilendiriyor. Hem şiirsel izlekleri hem de şiir bilgisi açısından. Geçmişten feyz alan, onun soluğuyla kendisini donatan bir şiirden bahsetmek çok zor. Bunun en temel sebebi ise şüphesiz geleneğin bir geri kalmışlık belirtisi olarak görülmesinden ya da o geçmiş bilgisinden tamamen habersiz olmasından kaynaklanıyor. Bugün için şairlerin mecrasında dolaşımda olan en büyük tehlike şimdiki an’ın muhafazası ve topyekûn bir mutlaklaştırılması olarak güçlü bir dekadans daha doğrusu adı henüz tüm çıplaklığıyla ortaya konmamış olan bir muhafazakârlık olgusunda yatmaktadır. Yanlış anlaşılmasın, kastımın hiçbir siyasal öngörüsü yok. Bu muhafazakâr eğilimin geleneği ve geçmişi muhafaza etmekle bir alakası da yok. Dikkat çekmek istediğim nokta çok daha kökensel bir fenomen olarak şiir dünyasında kendisini açığa çıkartmadan hayli yol almış görünüyor. Zira bu eğilim sadece kendi şimdi’lerinin tutsağı olan şairler tarafından müesses nizamın harcı olmaktan öteye gidememiştir. Bu bağlamda bugünün şiirine ve şairine yöneltilecek soruların yekûnu da bir haylidir. Walter Benjamin ve Max Horkheimer’ın tasarrufunda olan bir muhafazakârlık kavramı ve onun geleceği de zapturapt altına alan hegemonik yönsemesinin bugünün Türk şiiri için asli sorunlardan birini teşkil ettiğini düşünüyorum. Bugünün şairi, daha çok, şimdiki an’ı ve dünya görüşünü ütopik bir geleceğe, kendi şimdi’sine dayatan bir şiir kuruyor. Yazdığı şiiri bir mutlak içerisinde konumlandıran bugünün şairi adına yenilik dediği kalıplarla güya reformist bir atılım yaptığını düşünüyor. Bu yönüyle bugünün şairi sözcüğün en arı anlamında bir muhafazakârdır. Onun muhafazakâr ilgisinin geçmişin değerlerine sahip çıkma ve koruma refleksiyle hiçbir ilgisi yoktur. Görünen o ki, her türlü şematizmi çoktan yadsıyan bir coğrafyaya sahip bugünün şiiri. Büyük oranda “genç şairler” eliyle yürütülen kimi yönelişler, gruplaşmalar ve şiirsel biçem arayışları bir kuşak tanımlamasını, homojen bir adlandırmayı gereksiz kılıyor.