Yeditepe Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, Sinema - TV Bölümü mezunu. Uluslararası Basın Enstitüsü’nde gazetecilik eğitimi aldı. Bahçeşehir Üniversitesi'nde Küresel Siyaset ve Uluslararası İlişkiler alanında yüksek lisans yaptı. Gazeteciliğe Mediacat dergisinde başladı. Hürriyet İnternet Grubu’nda editörlük yaptı, sitenin sosyal medya hesaplarını yönetti ve Yenibiriş Dünyası dergisini hazırladı. Yasakmeyve dergisinin Yazı İşleri Müdürlüğünü görevinde de bulunan Ercan, Varlık ve Sıcak Nal edebiyat dergileri için söyleşiler de yaptı. Babası Enver Ercan için “Enver Ercan: Sen Sözcüğün Tekisin” ve “Enver Ercan: Ben Şiirimi Yazarım, Sonsuzluk Varsa Gider” başlıklı iki kitap hazırlayan Ercan, biri Avusturya’da “Muhsin Akgün – “5”; biri Türkiye’deki Avusturya Konsolosluğu’nda “Ulaş Tosun - Permanently Temporary” olmak üzere iki serginin proje yöneticiliğini yaptı. Kadir Has Üniversitesi’nde uzun yıllar dijital iletişim alanında çalıştı. Yine aynı üniversite bünyesinde Modern Türk Edebiyatı Sempozyumları düzenledi. Ercan, son olarak Mikroscope dergisinde Yayın Koordinatörü olarak görev yapmaktadır.

“Türkiye, Gezi direnişiyle barışmadan, 15 Temmuz’un sis perdesini çözmeden normalleşemez.”                                                

Stanford Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr Ali Yaycıoğlu’nun üç yıl boyunca Gazete Oksijen’de kaleme aldığı yazılardan oluşan Belirsiz Geçmiş Zaman isimli kitabı geçtiğimiz aylarda yayımlandı. Kitapta bir tarihçinin gözünden Türkiye ve dünyanın çalkantılı üç yılını tüm açıklığıyla görebiliyorsunuz. Bizde Osmanlı dünyası, modern Türkiye tarihi ve Ortadoğu üzerine dersler veren Yaycıoğlu’nun kapısını dergimiz Mikroscope’un teması Uyanış olunca çalmak istedik. O da bizi kırmadı, sorularımızı cevapladı. Türkiye ve dünyanın içinden geçtiği son yılları ve uyanış addedilen olayları okurlarımız için değerlendirdi.

***

Kitabınıza başlar başlamaz şu cümleler karşılıyor bizi: “Yeni bir demokratik uyanış için farklı bir sosyal-siyasal tasarım, yeni bir strateji ve liderlik kurgusu gerektiği belli. (…) Belirsiz Geçmiş Zaman yazıları bir yönüyle demokrasi, özgürlük ve eşitlik ideallerinin ve bu idealleri şekillendiren varsayımımızın ve düşünsel kodlarımızın sorgulandığı, belki de birçok insan için anlamını yitirdiği, bu noktaya nasıl geldik sorusunu soruyor.” Sizce, Türkiye’de yeni bir demokratik uyanış mı yaşanıyor? Seçim sonucunda çoğunluğun içinde bulunduğu bu sevinç hâli, tam olarak ne anlama geliyor? 

Türkiye’de demokrasinin, demokratik dinamiklerin öldüğünü hiç düşünmedim. Demokrasi ve demokratik dinamiklerden birbiriyle ilişkili üç olguyu kastediyorum. Birincisi toplumun, halkın, ya da daha soyut anlamda ulusun, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir arada gerçek sahibi olduğu inancı. Yani egemenliğin ve dolayısıyla ulus hakkındaki kararların ulusa ait olduğu duygusu ve düşüncesi. Bu kolektif duygu ve şuur ortadan kalkmış değil. 

İkincisi halkın hukuk önünde eşit bireylerden oluştuğu, bu eşitliğin sosyal devlet ile güçlendirilmesi gerektiği fikri ve beklentisi. Aynı zamanda toplumda ülkede adaletsizlik olduğuna dair yaygın bir kanaat. Yani adalet beklentisi. Dolayısıyla eşitlik ve adalet arayışı da ortadan kalkmış değil. Hatta bu beklenti daha da güçlenmiş durumda.  

Son olarak özgürlük arayışı: Bu konuda da toplumda çok derinlere giden refleksler görüyoruz. Özgürlük, insanların bir şekilde farklı zincirlerden kendilerini koparma ve onlar için ön görülen alandan ya da rollerden çıkma çabasını kastediyorum. Burada özellikle kadın hareketine ve tabi Kürt hareketine dikkat çekmemiz gerekiyor. 

Evet, Türkiye’de kamu rejimi büyük bir kriz içinde. Evet, bunun birçok boyutu var. Verilen ekonomik kararlar, ahbap-çavuş kapitalizmi denen olgu, hayatın her alanına nüfuz etmiş yeraltı örgütleri, doğanın ve çevrenin talan edilmesi… Burada birçok konuyu sayabiliriz. Ama ülkede ulusal egemenlik, eşitlik, adalet ve daha karmaşık olsa da özgürlük konularında geniş bir kabul var. Bu kabulleri bir arada toplayan, sentezleyen, siyasal programa dönüştüren bir siyasal hareket gerekiyor. 2024 Mahalli Seçimleri’nde halkımız böyle bir beklentiyi, böyle bir uyanış ihtiyacını, güçlü bir şekilde ifade etmiş oldu diye düşünüyorum. 

 

6 ŞUBAT DEPREMİ TÜRKİYE’YE BİRŞEYLERİ HAYKIRDI

6 Şubat depremiyle ilgili şöyle diyorsunuz: “6 Şubat depremi bir yönüyle bu sistemin iflasına işaret, maalesef diğer yönüyle yeniden uyanışına, hatta şahlanışına olanak olabilir; tabii yıkılışına da.” Bu durumu sadece ekonomik kapasite ya da crony capitalism (ahbap çavuş kapitalizm) denilen sistem mi sağladı? Depremle biz aslında neye uyandık?

6 Şubat felaketini hâlâ tam anlamı ile idrak edemedik. Elli bin yurttaşımız hayatını kaybetti. Binlerce yurttaş sakat kaldı. Binlerce yurttaş evsiz barkız kaldı. Korkunç bir şey yaşadık. O kadar korkunçtu ki, belli ki unutmayı tercih ediyoruz. Çünkü yaşanılan felaket düşüncelerimizin, duygularımızın çok ötesinde. İsrail’in Gazze katliamını kınıyoruz. Orada Ekim’den beri otuz altı bin insan katledildi. 6 Şubat’ta bir gecede (ya da belki bir haftada dememiz gerekiyor, çünkü insanlarımız yavaş yavaş acı içinde öldüler) elli binin üzerinde yurttaşımızı kaybettik. Bu deprem Türkiye’ye bir şeyler haykırıyor. Bu şekilde yaşayamazsınız, şehirleriniz böyle olmamalı, kamu yönetiminiz böyle olmamalı, ahbap çavuş kapitalizmine son verin, kamu ahlakını hâkim kılın diye çığlık atıyor.  

Diğer yandan deprem sonrası halkın beklentisi hızlı ve olağanüstü bir şekilde devletin yaraları sarmasıydı. O zaman da ifade edildi. Muhalefetteki dağınıklık ve altı parti arasında yönetim usulünün nasıl olacağı konusundaki belirsizlik halkı güçlü bir yürütmeyi temsil eden iktidara yöneltti. Ama bakıyoruz ki, merkezi seçimlerden on ay sonra, yerel seçimlerde depremin en feci şekilde vurduğu Adıyaman’da CHP yerel yönetimi kazanmış. Bu çok önemli bir veri.  CHP’nin en büyük imtihanı Adıyaman’da olacak belki de. 

 

Gezi direnişinin 11. yılındayız. Gezi direnişinde oluşan toplumsal tepkinin sadece bir grubun tepkisi olmadığını, birçok farklı kesimin özellikle 2007’den beri Türkiye’nin yaşadığı çalkantılı döneme ve AKP’nin Türkiye’nin sahibi olma iddiasına yönelik farklı gruplardaki hoşnutsuzlukların tabanda nasıl birleştiğini görmemizi sağladığını ifade ediyorsunuz. 

Evet, Gezi direnişi Türkiye tarihinde bir dönüm noktasıdır. Toplumun geniş kesimlerinin ortaklaştığı bir sosyal, ekonomik, siyasal, çevresel, kültürel bir tepkiydi. Aynı zamanda Dünya’da başka yerlerde gördüğümüz Occupy hareketlerinin de önemli bir temsilcisiydi Gezi. Ama diğer Occupy hareketlerine göre çok daha kapsayıcıydı; dinamikti, çok renkliydi, plüralistti. Gezi bir kere oldu. Bir daha aynı dinamikler aynı şekilde hayata geçmez. Ama Gezi’yi var eden dinamikler ortadan kalkmış da değil. Hatta şimdi daha güçlü ve derinde. Toplumda kamu yararı, kamu ahlakı, sosyal adalet, doğru dürüst bir şehir ve kır hayatı, çocuklarımıza yüksek standartta bir eğitim, gelecek konusunda güvence beklentisi çok yüksek. 2024 Mart Seçimleri ile Gezi arasında bir ilişki var. İkisinde de ayrıştırmadan ziyade kapsayıcılık dinamiklerinin öne çıktığını görüyoruz. Siyaset tabii kapsayıcı olduğu kadar, neyin dışarıda kalacağına karar vermekle ilgili. Ama önümüzdeki dönemde özellikle CHP’nin yapması gereken farklı toplumsal beklentileri, hatta dış görünüşünde birbiriyle çelişir gibi gözüken, hatta çelişen dinamikleri, nasıl bir araya getirecek, nasıl sentezleyecek buna çalışmak gerek. 

 

15 TEMMUZ’UN SİS PERDESİ KALKMADAN TÜRKİYE NORMALLEŞEMEZ 

Gezi, farklı grupların birleşerek hareket etmesi, toplumun sesini duyuramadığı için sesini yükseltmesi midir? Bir nevi uyanış mıdır? Aradan geçen 11 seneye bakacak olursak iktidar bu direnişi olaylar başladığında nasıl algıladı ve bugün nasıl algılıyor?

Gezi uyanıştan ziyade bir sıçrayıştı. Özgürleşme ve ferahlama anıydı. Aynı zamanda yeni bir toplumsal sözleşme ihtimalini keşfetme coşkusuydu. İktidar Gezi karşısına 15 Temmuz’u koydu. Gezi’yi darbe teşebbüsü olarak kodladı. 15 Temmuz’u ise darbe teşebbüsüne karşı halkın direnişi olarak gördü. Yeni rejimi 15 Temmuz üzerine inşa etti. Onun için kitapta cari rejimi 15 Temmuz Rejimi diye ifadelendiriyorum. Erdoğan için Gezi hâlâ çok kişisel bir mesele. Erdoğan Gezi ile barışır mı, ya da helalleşir mi? Bu pek ihtimal dahilinde değil. Ama Türkiye rejimi Gezi ile barışmadan ve 15 Temmuz üzerindeki sis perdesi ortadan kalkmadan normalleşemez diye düşünüyorum. 

 

Amerika’daki üniversitelerin Filistin yanlısı protestolarını da sormak istiyorum. Bu protestoların başlamasını farklı seslerin bir düşünce altında birleşmesi olarak düşünebilir miyiz? Bu da aslında bir uyanış mıdır?

Uyanış mı? Bu protestolar da Occupy hareketinin parçası. Gezi’de de bugün ABD kampüslerinde de gördüğümüz kamp kurma zaten bu hareketin en sembolik yönü. Bir yönü ile Filistin yanlısı öğrenci hareketi Occupy hareketinin yeni bir aşaması… O anlamı ile evet bir uyanış. Her uyanış bir önceki dönemden ilham alır, belki devam eden bir scripti kullanır ama yeni bir sayfa açar. Ve uyanış ne getirir, çoğu zaman öngöremeyiz. Uyanış bir tekrar değildir. 

Bakalım Sol-Sosyalist, Anarşist, LGBTQ+, göçmen, Müslüman ve İslamcı öğrenci gruplarını bir araya getiren ABD’deki bu hareketlenme nereye evrilecek? Şu anda bu hareketlerin neye karşı olduğu az çok belli ama neden yana olduğu çok şekillenmiş değil.

 

Geçtiğimiz günlerde Eski ABD Başkanı Donald Trump, Beyaz Saray’a dönmesi halinde üniversite kampüslerindeki Filistin yanlısı protestoları bastıracağını söyledi. Buradan yola çıkarak kitabınızda yer verdiğiniz benim de çok önemli bulduğum “Demokratör” kavramına bu isim ve bu yaklaşım denk düşüyor mu? Bir de tabii demokratör kimdir, onu bir çırpıda nasıl tanırız?

Demokratör kavramını Fransız düşünür Pierre Rosanvallon kullanıyor. Ben de ondan aldım. Halkın kuvvetli bir şekilde desteklediği popülist-otoriter liderler için kullanılıyor. Bonapartizm ya da Caesarism de aslında böyle kavramlar. Bonapartizm halk oylaması ile gelen büyük yetkilerle donatılmış liderlikler için ifade edilir. Caesarism bir krizi ortadan kaldırmak için halkın olağanüstü yetkilerle seçtiği liderleri imler. Demokratör ise halkın iradesinin, arzusunun, hayal kırıklığının ve kızgınlığının müşahhas halini temsil ediyor. Var olan duruma kızgınlık demokratöre o yıkma işini bir performansa, bir seremoniye dönüştürme görevi veriyor. 

İşin doğrusu tarihsel olarak demokrasi ile diktatörlük ya da tiranlık arasında yakın bir ilişki vardır. 18 ve 19. yüzyılda bazı siyaset teorisyenleri demokrasinin ya kaos ya da o kaosu ortadan kaldırmak için sıra dışı yetkilerle donatılmış bir diktatörlük getirmesinin kaçınılmaz olduğunu ifade eder. Tabii tersini de ifade edenler vardır. Her neyse, Trump popülist-otoriter liderlik anlayışını başka bir düzeye çekti. Trumpizm elitlerin oluşturduğu müesses nizamı aşağılayarak, teşhir ederek, lanetleyerek yıkmayı öneriyor. Ama yerine gelecek nizam hakkında tutarlı bir program ortaya koyduğunu söyleyemeyiz. Trumpizm için yıkmak kurmaktan daha önemli. Ya da şöyle diyelim: Yıkış kurmanın kendisi olarak tahayyül ediliyor. 

 

EKREM BEY ÇOK YÜKSEK DUYGU ZEKÂSINA SAHİP BİR LİDER

Son olarak size Ekrem İmamoğlu’nu sormak istiyorum. Son seçimlerde kendisiyle şehrin farklı noktalarında bulundunuz, seçim gecesinde sonuçları da birlikte takip etme imkânınız oldu. Ekrem İmamoğlu, sesini duyuramayan ve temsil edilmeyen kitlelerin tam da aradığı isim mi? Kitleleri bu kadar etkilenmesini neye bağlıyorsunuz?

Evet, Ekrem Bey’le seçimlerin son haftasında, seçim günü ve sonrasında beraberdim. Benim için önemli bir deneyimdi. Bir tarihçi olarak bu ana bu kadar yakından tanıklık etmek tahmin edersiniz ki çok heyecan verici. Ekrem Bey’le üç senedir tarih, siyaset teorisi ve küresel meseleler üzerine düzenli sohbetler ediyoruz. Onun için onu yakından tanıma fırsatım oldu. Ama diğer yandan günlük siyasetin uzağındayım ve uzağında olmayı tercih ediyorum. Yine de bu süreçte Ekrem Bey’in kitleler üzerindeki etkisini, kurduğu duygusal bağı yakından takip ettim. Duygu zekâsı çok yüksek bir insan, bunu söyleyebilirim. Kalabalıklar içinde adeta bir duygu radarı gibi, insanların hissini, beklentilerini, kızgınlıklarını kavrayabiliyor, ona göre tavır alıp bir dil oluşturabiliyor. Ve bunu samimi bir şekilde, inanarak, kendine dert ettiği için yapıyor. Bu az bulunur bir meziyet. Günümüzde duygu siyaseti çok önemli. Toplum liderleri ile duygusal bir güven ilişkisi kurmak istiyor. Ekrem İmamoğlu bu duygu siyasetini Türkiye ve dünyayı kavrayan tutarlı ve güçlü bir ideolojik dile ve çerçeveye oturtabilirse, Türkiye tarihinin en önemli siyasetçilerinden biri olacak.