“Yapmam gerekenleri yapmak için çok fazla zamana ihtiyacım var ama aynı zamanda hiçbir şey yapmamak için de zamanım olmalı.”
“İspanya’nın yaşayan en önemli yazarı” kabul edilen Antonio Muñoz Molina, Türk okurları için ilk röportajını Mikroscope dergisinden Kübra Çiğdem İnal ile yaptı. Zoom üzerinden gerçekleştirilen bu iki saatlik keyifli sohbeti okurken hayata ve edebiyata Molina’nın gözlerinden bakacaksınız.
Merhaba, Bay Muñoz Molina. Frankfurt Kitap Fuarı’nın ardından sizi yeniden görmek ne güzel.
Sizi görmek de öyle. Merhaba. Benim için bir zevk.
Nasılsınız?
Çok iyiyim. Bugün Madrid’de güzel bir pazar günü, keyfim yerinde. Teşekkür ederim. Ya siz? İstanbul’da mısınız?
Evet, İstanbul’dayım. Bugünlerde Türkiye deprem yüzünden zor zamanlar geçiriyor, biliyorsunuz. Ve ülkem adına, İspanya’ya her şey için teşekkür etmek istiyorum.
İnsanların, başka insanlara yardım etmek için bu kadar hızla hareket ettiklerini görmek etkileyici, bir o kadar da sevindiriciydi.
Kesinlikle.
Başlayalım mı, Bay Muñoz Molina?
Peki.
Öncelikle, e-dergimiz Mikroscope adına, bu röportajı kabul ettiğiniz için teşekkür etmek istiyorum. Türk okurlarınız için yapacağınız ilk röportaj olacak bu, değil mi?
Evet, siz ilksiniz.
Bu benim için bir onur.
Şimdi, Bay Muñoz Molina, bir psikoterapi seansı gibi, çocukluğunuzla başlayalım mı?
<Gülüşme> Evet, neden olmasın?
BENİM İÇİN ÇOCUKLUK, HEM YOKSULLUK HEM DE MUTLULUK ANLAMINA GELİYOR
Güney İspanya’daki küçük bir aile çiftliğinde büyüdünüz. Bu deneyim, bir yazar olarak size neler kattı?
Bildiğiniz gibi, her yazar ve her insan için çocukluğunda edindiği deneyimler hayatını şekillendirir. Kesinlikle. Ve benim için, hatıralarım hem yoksulluk hem de mutluluk anlamına geliyor. Bilirsiniz işte, fakirdik ama o kadar da fakir değildik. Demek istediğim, güzel yaşadık. Yeterince yiyeceğimiz vardı. Sıcak bir evimiz ve az miktarda da olsa her şeyimiz vardı. Annelerimiz vardı ve beni kucaklayan güzel bir aileye sahiptim. Evimizde birçok kişi vardı: annem, babam, büyükannem, büyükbabam ve amcalarım. Ve bir ilişkiler ağı vardı, sadece aile içinde değil sokakta da. Evimiz şehirdeydi, bu yüzden çalışmak için her gün tarlaya giderdik. Bir taşra mahallesinde yaşıyorduk, dolayısıyla çevremizdeki insanlar da bizim gibiydi ve sokaklar çocuklarla doluydu. Biz çocuklar, sürekli olarak sokaklarda oynuyorduk. Okulumuz çok uzakta değildi, böylece hem aşırı derecede koruma altında hem de bir o kadar özgürdük. O dönemde arabalar yoktu. Küçük bir meydanda yaşıyordum, ki bu meydan birçok romanımda önemli bir yere sahiptir. Bir cennetti orası. Demek istediğim, o dönemde İspanya az gelişmiş bir ülkeydi. Soyutlanmış bir ülkeydi ve yoksulluk yaygındı. Ama yine de sevgi dolu bir ailenin çocuğu için, cennet gibiydi. Burada geçmişi idealleştirmeye çalışmıyorum çünkü bu, benim kuşağımın ve benim sosyal kökenlerimden gelen insanların ortak hatıraları. Kendimizi güvende hissederdik.
Geçmişimizi, çocukluk günlerimizi romantikleştirmek gibi genel bir eğilimimiz var, değil mi?
Evet, ama bazı şeyleri çok fazla da abartmamak için özen göstermeye çalışıyorum. Buna çabalıyorum çünkü acı hatıralarım da var. Yoksulluk içinde yaşayan insanlara, erkek egemenliği altında olan kadınlara ve toplumun otoriter niteliğine dair hatıralarım olduğunun farkındayım. Bunların hepsi aklımda net bir şekilde duruyor. Ama yine de bir çocuk için, bir erkek çocuk için, yaşam birçok yönden tatmin ediciydi. Şunu demek istiyorum: Bir çocuk neye ihtiyaç duyar? Çocuk korunmaya, sevgiye, arkadaşlığa ve çeşitli aile bağlarına muhtaçtır. Sadece çekirdek ailenin küçük dünyasına değil, aynı zamanda kuzenlerine ve arkadaşlarına da ihtiyaç duyar. Ve benim için, babamın çiftliğine veya tarlaya gitmek, zeytin hasadı sırasında zeytin ağaçlarına gitmek eğlenceliydi, güzeldi.
O çiftlik neredeydi, Bay Muñoz Molina?
İspanya’nın güney bölgesinde, Endülüs’teydi. Müslüman geçmişinin olağanüstü güçlü izlerini taşıyan, Jaén adlı küçük bir şehirdeydi. Çoğu yer isimleri ve ailemdeki ya da büyüdüğüm yerdeki tarımla ilgili geleneklerin birçoğu Araplar zamanından kalmaydı. Yani İspanya’nın güneyinde, Endülüs’te, Müslüman geleneği çok canlıdır.
İşte ben bu bölgeden geliyorum. Soyutlanmıştı. Madrid veya Katalonya gibi ana bölgelere göre daha az gelişmişti. Memleketimden birçok insan ellilerde ve altmışlarda göç etti. Birçok Türk gibi, onlar da Almanya’ya gitti. Bunların çoğu çalışmaya gitti. Tarlalarını bırakıp Almanya’ya, Fransa’ya, … çalışmaya gitti. Çiftçilerin, köylerden endüstriyel batıya göç etmelerine benzer bir göçtü.
On bir yaşınızdayken babanız size bir daktilo hediye etti ve o günden beri yazmaya devam ediyorsunuz. Eğer bu hediyeyi almamış olsaydınız yine de yazar olur muydunuz? Bunu daha önce hiç düşündünüz mü?
Evet, birçok kez. Biliyorsunuz, insanlar yazar veya sanatçı olmanın bir tür kader, kaçınılmaz bir kader olduğunu düşünür. Ben böyle düşünmüyorum. O kadar çok şey tesadüflere bağlı ki… Ve benim durumuma dönersek, bir çiftçinin, çiftçi ailesinden gelen birinin değil yazar olması, üniversite mezunu olması bile son derece zordu. Yani ortaöğrenimi tamamlamak bile zordu. Çünkü benim memleketimde, benim sosyal çevremde insanlar on iki yaşındayken okulu bırakıyorlardı. Bir öğretmenimin, okulda kalmama izin vermesi için babamı ikna etmesiyle mutlu olmuştum. Babam ve tüm bu insanlar çiftçiydi. Neredeyse hiç okuma yazma bilmiyorlardı ama yine de çok güçlü bir kültür duygusuna sahiplerdi. Bilirsiniz, belki Türkiye’de de aynı şeyler oluyordur. İşçi sınıfındaki insanlar eğitimi yüceltirler. Bu mantıklıdır çünkü eğitim eksiklikleri yüzünden, hak ettikleri fırsatları elde edememiş olduklarının farkındadırlar. Bu sebeple benim okulda kalmam biraz daha kolay oldu.
Ailede örgün eğitim almış ilk kişi olmak nasıl bir duygu?
Sanırım bu, kökenleri çalışan sınıfa dayanan insanlar için evrensel bir deneyim. Bir anlamda, köklerinden uzaklaştığını hissetme duygusu. Demek istediğim, ebeveynlerinizin gösterdiği çaba sayesinde, onların asla ulaşamayacağı eğitim seviyesine ulaşmanız. Bu bir bakıma sizi uzaklaştırıyor ve bağlarınızın koptuğunu hissediyorsunuz çünkü çıktığınız dünyaya ait değilsiniz artık. Aynı zamanda çok güçlü minnet ve sevgi bağları da hissediyorsunuz, dolayısıyla belki de yazar olarak benim ilham kaynağımdır bu. Aynı durumu, ABD gibi ülkelerde göçmenlerin çocuklarında görürsünüz. Çocuk romanlarında yani, ikinci nesil göçmenlerle ilgili romanlarda… Ebeveynlerinin kendilerini feda etmeleri ve çok çalışmaları sayesinde, okuldan mezun olan kişinin önünde farklı bir dünyanın kapıları açılır. Ve açılan bu kapılar, onu kökenlerinden uzaklaştırır. Şimdi bu tür bir radikal değişim, bana göre, çoğu yazımın kaynağıdır çünkü doğduğum dünyadan çok farklı bir dünyada yaşadığımı sık sık hissederim. Kendinizi bu dünyaya ait hissetmezsiniz çünkü öyle bir hayat bağışlanan insanlardan biri olduğunuz için şansınızın farkındasınızdır. Benim dönemimden pek çok erkek çocuk, memleketimde kaldı ve onlar hâlâ çiftçilik yapıyorlar. Ben o dönemde uzaklaşabilen az sayıda kişiden biriyim. Sonrasında İspanya’da bizim kuşağımızdan- ve eminim ki Türkiye gibi bir ülkeden, hatta belki de sizin kişisel kökenlerinizden- pek çok insan küçük bir kasabadan başkente, çiftçilikten üniversiteye kitlesel olarak göç etti. Demek istediğim, bunun, kişisel deneyiminizle genel hareketin birbirine bağlandığı nokta olmasıdır.
Kesinlikle. Ayrıca, üniversiteye gitmeseniz bile, kırsal yaşamdan kentsel yaşama geçmek başlı başına büyük bir deneyimdir.
Elbette. Göçmenler hakkında konuşurken, babamın kuşağındaki insanları düşündüm. Babam uzun bir süre göç etmeyi planladı çünkü fırsatları kaçırdığını hissediyordu. Birçok arkadaşı Barselona’ya veya Almanya’ya gitti. İlk Almanya seyahatimi hatırlıyorum: Frankfurt Tren İstasyonu’na varmıştım. Kafam karışıktı ve kendimi kaybolmuş hissediyordum. Altmışlı yıllarda, memleketimden gelen insanların neler hissetmiş olabileceklerini anlamaya çalışıyordum. İnsanlar, taşra toplumlarından gelen Türk göçmenler; kendilerini son derece kaybolmuş hissettikleri bu yabancı ve tehditkâr dünyaya nasıl adım atmışlardı? Bu böyle evrensel bir deneyimdir.
Türkiye’nin köylerinde yaşayan birçok insan -hayatlarında daha önce hiç şehir görmeden- Avrupa ülkelerine gitti.
Kesinlikle.
Ve başlangıçta büyük bir şok yaşadılar.
Evet, eyalet başkentine bile gitmemişlerdi ama yine de bu muazzam sıçramayı yaptılar ve sonunda Münih, Berlin veya Stuttgart’ta buldular kendilerini.
Peki, bu duruma nasıl uyum sağladılar?
Türkiye’den giden ilk nesil, örneğin, buna uyum sağlayamadı ve Almanca da öğrenemedi. İkinci nesil ise yeni ülkeye uyum sağlamaya başladı. Şimdi ise, köklerini unutmamış olmalarına rağmen üçüncü neslin neredeyse Alman sayılabileceğini söyleyebiliriz.
İşte ABD’de olan şey budur. Amerikalı büyük yazarları düşündüğünüzde, bunların pek çoğunun ikinci nesil göçmenler olduğunu görürsünüz çünkü bu yaşanan bir dramdır, göçmenliğin evrensel dramıdır. Umutsuzluk… Ve üzücü olan da bir kuşağın tamamının, hayatlarını çocukları için feda etmiş olmasıdır. Bu kişiler, yeni ülkeye gerçek anlamda asla uyum sağlayamaz. Dili akıcı şekilde konuşma şansları olmaz ve çocukları farklı sorunlar yaşar. Buna rağmen çoğunlukla yeni yere aittirler.
Kimlik kaybı… Kimlik kaybı gerçekten büyük bir sorun, öyle değil mi?
Evet.
Bay Muñoz Molina, Granada’da gazetecilik ve Madrid’de sanat tarihi alanında eğitimler aldınız. Bu iki farklı alana olan ilginiz nasıl gelişti?
Sanırım çok meraklıyım. Ben hep gazeteci olmak istedim çünkü yabancı bir ülkede muhabir olmak gibi taşralı, romantik bir hayalim vardı. Çocukça ama aynı zamanda evrensel bir deneyim. Kendi küçük kasabanızdasınız. Yabancı ülkelerden tanıdığınız kimse yok. Elli kilometreden daha uzak bir yere gitmemişsiniz. Ama böyle bir hayaliniz var, yurt dışına gitmek, başka yerler görmek ve yazmak gibi güzel bir hayal… Ben de bir yazar olarak bu hevesle, gazeteci olmak istediğimi çok iyi biliyordum, gerçek bir gazeteciden çok bir roman kahramanı, yabancı muhabir. Sonrasında eğitim almam gerektiğinin farkına vardım. Mesela, edebiyat eğitimi alsam diye düşündüm ama buna ihtiyacım yoktu çünkü zaten okuyabileceğim kadar çok kitap okuyordum, bu nedenle formal bir edebiyat eğitimi almam gerekli değildi, dolayısıyla yazmanın ve kitapların dışında bir şey öğrenmenin benim için ilginç olacağını düşündüm. Ve tarihe karşı da her zaman tutkum vardı. Bu tutku daha sonra sanat tarihi sevgisine dönüştü. Sanırım bu benim dünya görüşümü tamamlıyor. Kurgudan daha çok tarih kitabı okuyorum çünkü tarih konusunda her zaman takıntılı oldum. 20. yüzyıl İspanya ve Avrupa tarihi ve buna benzer şeylerle ilgileniyorum. Ve çok güçlü bir güzellik anlayışım var. Sanat tarihi bu yüzden benim için çok önemli.
Askerliğiniz sırasında, bir yarışmaya kısa bir öykünüzü gönderdiniz ama sizinkisi dereceye girenlerden olmadı. Bu anınızdan yola çıkarak şunu sormak istiyorum: Bir yazar adayı, pes etmemeye nasıl karar verir?
Bu zor bir soru. Artık aramızda olmayan Amerikalı şair Charles Simic’le tanışıp arkadaşlık kurma şansına sahip oldum. Kendisi bir Balkan göçmeniydi. Eski Yugoslavya’dan göç etmişti. Birçok maceranın ardından Şikago’ya ve sonra da New York’a gelmişti. İkimiz arkadaştık. Uzun sohbetler ederdik. Bir keresinde bana bir hikâye anlattı: Yirmilerindeyken bir arkadaşına şiirlerinden bazılarını göstermiş, henüz yayımlamamış olduğu bazı erken dönem şiirlerini. Ve arkadaşı ona, “Bu şiirler korkunç!” demiş. Charles bunun üzerine oradan ayrılmış ve yürümeye başlamış. Şehir merkezindeymiş. Yürümeye devam etmiş ve kendini Central Park’ta bulmuş. Sonra bir banka oturmuş. Yürürken düşündüğünü anlattı bana. Pes etmemek için çok kararlıydı. Üzüntüsünün üstesinden gelmek için çok kararlıydı. Bilmiyorum. Güçlü olmanız gerekiyor ama ne kadar güç gerektiğini bilmiyorum. Birkaç dakika önce şanstan bahsediyorduk. Bu benim de kendime sık sık sorduğum bir şey. Yirmi altı yaşımdayken, Granada’da bir yerel gazeteye, bir günlük gazeteye haftalık köşe yazıları yazma fırsatı elime geçti. Bu benim için gerçek bir fırsattı. Fakat bu gerçekleştiğinde bir ofiste çalışıyordum ve çok büyük hayal kırıklıkları yaşıyordum çünkü, sizin de bahsettiğiniz gibi, dergilere ve yarışmalara öyküler göndermiştim. Ve hiçbir geri dönüş olmamıştı. Bu yüzden bazen kendime sorarım, bu fırsat elime geçmeseydi, yerel bir gazetede kısa edebî bir yazı, haftalık edebî bir yazı yazma şeklindeki bu mütevazı fırsat elime geçmeseydi ne olurdu diye. Çünkü beni çok cesaretlendirdi. İnsanlar bana, “Peki ya aldığınız ödüllere ne diyorsunuz?” diye soruyor. Bu ödül, benim için varoluşsal bir öneme sahip sanırım.
YAZDIKLARINIZ YAYIMLANMAZSA YAZMANIZI GELİŞTİREMEZSİNİZ
İlk okuyucularınızı o gazetede kazandınız yani?
Evet. Bu, kendi okurlarıma sahip olduğum ilk deneyimimdi. Fark yaratan şey budur. Tanımadığınız bir okurunuzun olması. Arkadaşınız değil, eşiniz değil, kardeşiniz veya başka bir tanıdığınız değil. Size tümüyle yabancı biri. Yazdıklarınızı okuyan ve size geri bildirimde bulunan biri. Evet, bu size bir geri bildirim verir. Bu çok eğitici, çok şekillendiricidir çünkü yazdıklarınız yayımlanmazsa, yazınızı geliştirmeniz neredeyse imkânsızdır. Neden mi? Çünkü yayımlanmazsa okunmazlar, sizde kalırlar. Yani, bilirsiniz işte, her şey şansa, kaçırılan fırsatlara bağlıdır. Olaylar gerçekleştiğinde tarihçiler, her şeyi kendi istedikleri gibi gösterecek olan bir gelişim modeli ortaya koyarlar. Bu doğru değildir. Üniversitede öğrenciyken ben de herkes gibi Marksist idim. Hepimiz tarihin yasalarına ve tarihin bir gelişimi olduğuna inanırdık. Sabit bir gelişim. Ama bu doğru değil. Ülkelerin tarihinde de, kişisel tarihimizde de doğru değil. Her şey gerçekleşmek ile gerçekleşmemek arasındaki o ince çizgidedir, her zaman.
Bazen biz buna “kader” diyoruz.
İNSANIN ELDE ETTİKLERİNİN ÇOĞU DİĞER İNSANLARA, TANIMADIKLARINDAN GELEN LÜTUFLARA BAĞLIDIR
Peki, Bay Muñoz Molina, şimdi farklı bir konuya geçelim: El Robinson urbano adlı ilk kitabınızın yayımlandığı günlerde Antonio ile sohbet etme fırsatınız olsaydı ona ne söylerdiniz?
Denemeye devam et. Uğraşmaya devam et. Daha şimdiden akıl almaz derecede iyi olduğunu düşünme. Gururuna güvenme. Kibirli olma. Kavgacı olma. Dikkatini gerçek hayata ver. Edebiyata bu kadar tutkun olma. Kitaplara bu kadar düşkün olma. Daha çok gerçek hayata, gerçek insanlara ve diğer insanlara kulak vermeye çalış. Genç hâlime öğretmeye çalışacağım ders, bu olurdu. Genç hâlim belki dikkate almazdı beni. Belki de aptal ya da başka bir şey olduğumu düşünürdü. <Gülüşme>
Bir keresinde şöyle demişsiniz: “Yazar olmanın iki boyutu vardır: yazmak ve yazar olarak tanınmak.”
Başarılı ve çok okunan bir yazar olmasaydınız yine de yazmaya devam eder miydiniz? Ve sizin için yazmak, şimdiki kadar güçlü bir tutku olur muydu?
Bu, kesin bir dille yanıtlayabileceğiniz bir soru değil çünkü aksi bir durumda neler olabileceğini bilemezsiniz. Bunun farkına varabilmek için yeterince alçak gönüllü olmanız gerekir. Eğer kimse sizin farkınıza varmazsa, yapmanız gerekeni yapmaya devam etmek için gücünüz olmayabilir. Neden mi? Çünkü cesaretinizin kırılması çok kolaydır. Ve size biraz önce bahsettiğim şey buydu işte. Yazdıklarınız yayımlanmazsa yazınızı geliştiremezsiniz. Bu gerçek bir sorundur. Bundan kendi başınıza kurtulmalısınız. Devam etmelisiniz. Ve yazarken devam etmenin tek yolu, yazdıklarınızın yayımlanmasıdır. Aksi takdirde yazdıklarınız size takılıp kalır. Sırtınızda taşıyacağınız bir yüke dönüşür. Ve ayrıca bir şey daha var. O da karamsarlık. Yani hiç imkânınız yoksa, hiç okuyucunuz yoksa, haksızlığa uğradığınızı ve sizin sahip olmanız gerekenlere ya da hak ettiklerinize başka insanların sahip olduğunu hissediyorsanız karamsarlığa kapılırsınız.
Amerikalı bir arkadaşım var, Michael Greenberg. Kendisinin iki kitabı yayımlandı. İlk kitabı ellili yaşlarındayken çıktı ve çok tutuldu. “Şimdi nasıl hissediyorsun?” diye ona sordum. Bana şöyle dedi: “Bu kitap kabul gördüğü için kendimi şanslı hissediyorum çünkü aksi takdirde karamsarlık ve kırgınlık tehlikesiyle baş başa kalacaktım.” Çünkü bu, baş etmeyi öğrenmemiz gereken bir şey. Yani, çok güçlü bir hevesiniz olabilir, orijinal bir şeyler yazdığınız hissine kapılabilirsiniz ya da adalet olmadığından kimse sizi kâle almıyor olabilir. Ancak uzun vadede olsa bile, çok iyi bir kitap büyük bir başarı sağlayabilir. Aynı şekilde, bu çok iyi kitap tümüyle başarısız da olabilir. Ya da daha da acısı, kitap, yazarının ölümünden sonra başarı kazanır. Ve insanlar buna “ilahî adalet” der. İlahî adalet diye bir şey yoktur. Hepimiz çok zayıfız. Bu işi, bu hevesi, bu görevi seviyorsanız son derece savunmasızsınızdır. Çünkü kendinizi, bütünüyle yaptığınız şeye adarsınız. Orada olan sizsinizdir. Beraberinizde götürdüğünüz bir şey değil bu, dolayısıyla da çok riskli. Ve benim durumumda olduğu gibi, belli bir ölçüde tanındığınızda, minnettar hissetmelisiniz. Çok minnettar olmalısınız çünkü bu çok zor bir şey, birçok insan yazdıklarını yayımlatma şansını elde edemiyor, hatta kendi heveslerini bile keşfedemiyorlar. Kadınları düşünüyorum, örneğin, annemin kuşağının kadınlarını. Annem şu anda doksan üç yaşında ve okumaya bayılıyor. O her zaman harika bir okur olmuştur. Eğitim alma şansı olmadı. Okulu sekiz yaşındayken bıraktı. Kendini geliştirmek için şansı var mıydı peki?
Çok talihsiz bir kuşaktı, özellikle de kadınlar için.
Bu yüzden çok dikkatli olunmalı, çok fazla gururlu olmamaya dikkat edilmeli, elde edilenlere dikkat edilmeli çünkü insanın elde ettiklerinin çoğu diğer insanlara, tanımadıklarından gelen lütuflara bağlıdır. İlk edebî yazılarımı gazetede yayımlamama imkân sağlayan biri vardı ve sonra, ilk romanımı yazdığımda o romanı okuyan ve o romanın yayımlanmaya değer olduğunu düşünen cömert insanlar vardı. Hayat boyu attığınız her adımda, çevrenizde pek çok insan vardır. Keyfini sürdüğünüz ayrıcalığın farkında olmalısınız çünkü bu ayrıcalığı hak etmemiş olabilirsiniz. İyi olup olmadığınızı bilmezsiniz.
ÇOCUKLARIMI ÜZECEK BİR ŞEY ASLA YAYIMLAMAM
Bay Muñoz Molina, yazarların, kendilerini geliştirmeleri için özellikle de tanımadıkları kişilerden gelen olumlu veya olumsuz eleştirilere ihtiyacı olduğunu söyleyebilir miyiz? Örneğin, eşiniz… Eminim tüm makalelerinizi ve romanlarınızı okuyordur ama ben hiç tanımadığınız birinden gelen eleştiriden bahsediyorum. Böyle bir eleştiri, bir aile üyesinin eleştirisinden daha mı değerli sizin için?
Eleştirinin kalitesine bağlı bu. Ben şanslıyım çünkü eşim de bir yazar ve çok saygın bir yazar, dolayısıyla böyle bir anlaşmamız var. Birbirimizin yazdıklarını çok dikkatli bir şekilde okuruz. Eleştiriden bir şey öğrenmek için, eleştiri adil ve mümkünse insaflı olmalıdır. Ama aynı zamanda ahlaklı olmalıdır. Doğru ve yerinde olmalıdır. Ve bu eleştiri mümkün mertebe somut olmalıdır. Biri çıkıp da “Bu harika bir roman!” veya “Bu boktan bir şey!” dediğinde bunun size hiçbir faydası olmaz. İnsanların size “Altıncı sayfada şöyle bir şey var” veya “Bu çok zayıf bir cümle” demeleri gerekir. O zaman belki o cümleyi çıkarırsınız veya daha iyi bir başlangıç ararsınız. Eleştirileri somut olmalıdır. Aksi takdirde pohpohlama olur. Pohpohlanmayı hepimiz severiz ama anlatmak istediğim şey şu: Size çok yakın biri, yaptığınızın neye yol açacağına odaklanabilecek kadar size yakın biri olmalı. Ama burada bir tehlike de var: Aşırı derecede olumsuz eleştiri yapma tehlikesi ve bu çok sık olur. Birkaç yıl boyunca New York’ta yaratıcı yazarlık dersleri verdim. Bu derslerde bir çalışma yapardık. Öğrenciler yazdıklarını yüksek sesle okurdu ve çok yoğun eleştiriler gelirdi. Kuzey Vietnam’daki siyasi toplantılara benzerdi. Bunun adil olmadığını düşünürdüm çünkü insan, kendisinin ve başkalarının neler yaptığına çok dikkat etmelidir. Yazma süreci çok hassastır. Kolayca hüsrana uğrayabilir. Yazarken, doğuştan gelen koruma duygunuz vardır. Bazı eleştirmenlerden öğrendiğim şeyler oldu ama çok önemli tavsiye, çok önemli eleştiri size yakın olan, size yeterince yakın olan insanlardan gelir. Tecrübeyle sabittir bu. Ayrıca, zihinleri yeterince açık olan insanlar size bazı pratik önerilerde bulunabilir. Ve bazen de bir kitabı yayımlamamanızı söyleyebilir, size bunu önerebilirler. Birkaç kez başıma geldi: Granada’daki gençlik yıllarıma dair bir anı kitabı yazıyordum. Yüz elli sayfa yazmıştım. Yüz elli sayfa yazmışsanız kitap neredeyse bitmiş demektir. Eşim kitabı okudu ve bana “Bunu bitirmemelisin,” dedi. Bir kitabın iyi olması için, o kitap çok açık, anlaşılır olmalıdır. Ve eğer kurgu dışı bir kitap açık ve dobraysa, incinmemesi gereken insanları incitecektir. Ve insanları incitmeyecek şekilde yazarsanız da kitap o kadar iyi olmayacaktır.
Yapacak bir şey yok muydu yani?
Kitabı bir kenara koydum ve iyi ki de öyle yaptım. Bu kararımdan dolayı yirmi yıldır huzurluyum.
“Bu kitaba, bu yüz elli sayfaya çok emek verdim, dolayısıyla yayımlamam lazım!” diye düşündüğünüz oldu mu hiç?
Yapmam gerekeni yaptım. Bu o kadar da önemli değil. Hiçbir şey olmaz. Size bir şey anlatayım: Amerikalı şair Robert Lowell, ilk eşini inciten hatta ona hakaret eden bir şiir kitabı yazmıştı. Lowell’in çok iyi bir arkadaşı olan Elizabeth Bishop, ona asla unutamayacağım bir cümle yazdı. Lowell’a, “Sanat o kadar da önemli değil,” dedi. Yani, günün sonunda, sanattan daha önemli şeyler var. Size pratik bir örnek vereceğim: Çocuklarımı üzecek bir şey asla yayımlamam. Sınırlar vardır. “Dâhi” nosyonuna hepimiz inanırız ya da inanırdık. Dâhi, ne olursa olsun yapması gerekeni yapan kişidir. İnsanları incitir. Sanat uğruna yapması gereken her şeyi yapar. Ben buna inanmıyorum. Sanattan daha önemli şeyler olduğunu düşünüyorum. Sanat o kadar da önemli değil.
Yazılarınızda bilime olan ilginizi de görebiliyoruz. Bir roman yazmak ile bilimle uğraşmak arasında bir bağ kurabilir miyiz?
Bu tamamen dünyanın neye benzediğini görmeye çalışmakla ilgilidir. Dünyayı anlamaya çalışan aynı içgüdünün parçasıdır demek istiyorum. Hepimizin anlamaya ihtiyacı var; bir şeylerin nasıl işlediğini öğrenmeye ihtiyacımız var ama bilgilerimiz sınırlı. Beni ele alırsak, matematik eğitimi almadığım için bilimi kavrama konusunda çok ciddi sınırlarım var. Ama Nobel Fizik Ödülü sahibi, büyük fizikçi Richard Feynman’ı bilirsiniz. Feynman’a göre, bir şeyin ne olduğunu anlamak için gereken hayal gücü, ne olmadığını anlamak için gerekenden daha fazladır. Yani, gerçeği olduğu gibi anlamak için. Bu yüzden sadece bilimi değil kurgu dışını da seviyorum. Kurgu yazmayı da seviyorum, yazılmış kurguyu okumayı da ama aynı zamanda tarihi yazmak ve gazetecilik gibi kurgu dışı konulara da büyük bir tutkum var. Sanırım bu, bilmeyi öğrenme isteğinin ya da içgüdüsünün bir parçası. 19. yüzyıl Fransa’sında hayatın nasıl olduğunu bilmek istiyoruz. Dünyanın merkezinde ne olduğunu öğrenmeyi seviyoruz. Öğrenmeye ihtiyacımız var. Öğrenmeyi seviyoruz. Bildiğiniz gibi bu, bilgiye olan aşktır; bir şeylerin nasıl olduğunu hayal etmeye çalışmak değil. Aynı öğrenme içgüdüsünün parçasıdır.
Merak özellikle önemli.
Evet.
GENÇLİĞİMİ, ÜLKEMİN AÇILMAYA BAŞLADIĞI BİR DÖNEMDE YAŞADIĞIM İÇİN ÇOK ŞANSLIYIM
“İyi ve zeki olabilirsiniz ama korkunç bir zamana denk geldiyseniz bu işinize yaramaz. Şansınız, yaşadığınız döneme bağlıdır.”
Bu cümleleri sarf eden Antonio Muñoz Molina; demokrasinin yeniden keşfedildiği, eğitimin ivme kazandığı ve okur sayısının patlama yaptığı 1980’lerin İspanya’sına denk gelmeseydi; kitapları yirmiden fazla dile çevrilmiş, ülkenin en çok ödül almış ve en tanınan yazarı olabilir miydi yine de?
<Gülüşme> Şüphesiz ki hayır. Biliyor musunuz, bazen her şeyin sadece iki yıla bağlı olduğunu düşünürüm. Eğer iki yıl önce doğmuş olsaydım hayatım tamamen farklı olacaktı çünkü sadece iki yıl önce, çalışan kesim için İspanya’daki hayat çok daha zordu çünkü okula gitme imkânı yoktu. Hepsinin altında yatan sebep bu oldu. Floransa’da çobanlık yapan Giotto’nun hikâyesini hatırlayalım: Koyunları otlatırken bir parça kömürle bir kayanın üzerine resim yapıyormuş Giotto. Bir gün büyük ressam, büyük usta Cimabue ona rastlamış ve çocuğun çizdiklerini görmüş ve onun bir deha olduğunu söylemiş. Yani her şey şartlara bağlı.
Şartlara ve o şartları nasıl ele aldığınıza…
Bu tüm dünya görüşünüzü şekillendirir. Çünkü yetmişlerde ve seksenlerde genç bir adam olmak, yetişen genç bir adam olmak benim açımdan bugünkü hâlimin ve yazdığım şeylerin özüdür. Ülkemin açılmaya başladığı bir dönemde gençliğe erdiğim için oldukça şanslı görüyorum kendimi. Bu büyük bir şans.
Kesinlikle!
Peki ya ödüller? Bunlar hayatınızı nasıl etkiledi?
Ödüller…
Evet. Sormak istediğim şey şu: Ödüller, motivasyonunuz üzerinde çok büyük bir etkiye sahip mi yoksa “Tamam, ödüller alıyorum ama bunlar benim için çok da önemli değil. Bu ödülleri almamış olsaydım da yine aynı şekilde yazardım,” mı diyorsunuz?
Duruma göre değişir bu. Ödülün kendisine bağlıdır. Sadece nesnel önemi değil, ödülün sözüm ona önemi, âna da bağlıdır. Size daha önce bahsetmiştim, muhtemelen şimdiye kadar aldığım en önemli ödül, bana bir gazetede haftalık köşe yazmamın teklif edildiği andır. Geçmişe bakıldığında çok küçük bir şey gibi görünebilir ama her şeyin başlangıcı buydu. Daha sonra ne oldu? Yani ödüle bağlıdır ama bilinmesi önemli olan ve farkında olunması gereken şey, ödüllerin daima dışarıdan gelen şeyler olduğudur. Ödül alırsanız bu güzel bir şeydir yani, ama alamadığınız takdirde de bunu neden dert edesiniz ki? Ödüller profesyonel gelişiminiz açısından belirli bir noktada iyi olabilir ama sizin kalitenizi tasdik veya inkâr etmez. Bir örnek vereyim: İnsanlar Nobel Ödülü’nün itibarsızlaştığını ya da önemsiz olduğunu söylüyor. Çok iyi olan ama yeterince tanınmayan birine Nobel Ödülü verildiğinde bu ödülü alkışlıyorum. Örneğin, Alice Monroe ya da Polonyalı büyük şair Wislawa Szymborska bu ödülü aldığında… Nobel Ödülü, kendilerinin ve eserlerinin tanınması için faydalı oldu. Nobel kazanmasaydı Szymborska’yı duymamış olabilirdim, yani pratik anlamda bir ödül, eserlerinizin kalitesi hakkında bir şey söylemez. Ödülü alabilirsiniz ya da alamayabilirsiniz. Birçok farklı şeye bağlıdır. Ben memnun oldum, büyük keyif aldım ve bu konuda açık olmam lazım: Alçak gönüllüymüşüm gibi davranmaya ya da bazı şeyleri önemsiz göstermeye ihtiyacım yok. Birkaç yıl önce kitaplarımdan biri, Fransa’da Prix Médicis ödülünü kazandı. Ve bundan büyük keyif aldım. Ödül alması, kitabı daha iyi bir kitap yapmıyor ama keyifli. Bu son derece net. Üstüne üstlük, seyahat kısıtlamalarının olduğu bir dönem yaşamıştık, hatırlarsınız, bu sayede ödül almanın keyfini yaşarken seyahat etmenin, resmî törenlere katılmanın ve benzeri şeylerin sıkıntılarını yaşamam gerekmedi. Hepsine evden katıldım. Zoom’da gerçekleşti. Benim için mükemmeldi. Ödüllerin benim için, profesyonel anlamda kişisel gelişimim için önemli olduğu zamanlar oldu. İspanya’da Planeta Ödülü’nü kazandığım zamanı hatırlıyorum. Benim için sadece bir sebepten dolayı önemliydi çünkü birkaç yıl para sıkıntısı çekmeyecek kadar para kazanmıştım.
Ve sizin şu sözünüzü de seviyorum: “Bir ödülün değeri, onu sizden önce kimlerin aldığına bağlıdır.” Bunu biraz açar mısınız?
Şöyle diyebilirim, adınızın birileriyle birlikte anılmasını isteyeceğiniz zamanlar vardır. Yani birisi yanınıza gelir ve size “Biliyor musunuz, eserlerinizi çok seviyorum. Siz benim en beğendiğim iki yazardan birisiniz,” der. Ürkersiniz. Diğer yazar kim acaba? Sizi dehşete düşürecek biri olabilir. Bu adam veya kadın, benim çok iyi olduğumu düşünüyor. Ama X kişisinin de çok iyi olduğu düşüncesine sahip.
İnternet çağında yazmanın avantajları ve dezavantajları nelerdir?
Bilemiyorum. Yazmaya her durumda alışıyorsunuz. Avantajı, artık bazı şeyleri yapmanın daha kolay olması. Örneğin, bu sohbet, bu güzel sohbet… Harika bir şey bu. Öte yandan, dikkat dağıtan şeyler, sosyal medya ve benzeri şeyler de var tabii. Öğrenmemiz gerektiğini düşünüyorum. Öğrenmek için dikkatli olmak gerektiğini, iyi şeylerden faydalanmak ve diğer şeyleri fazla umursamamak ya da bunların dikkatimizi dağıtmasına izin vermemek gerektiğini düşünüyorum. Pratik olmak zorundayım çünkü teknoloji tek başına bir şey ifade etmiyor. Mesela internet, bilginin yayılması için çok iyi ama aynı zamanda sahte haberleri de yayabilir. İnternette Hitler’i veya Nazileri övebilirsiniz ya da insanlar arasındaki kardeşliği yüceltebilirsiniz. Ayrıca benim tehlikeli olduğunu düşündüğüm şey, dikkat dağınıklığı ama bir şeyleri kullanmayı da öğrenmeniz gerekiyor. Bilgisayar kullanmayı boşlamasak iyi olur. Seksenlerde, bilgisayarların ilk çıktığı zamanları hatırlıyorum. Daha eski kuşağa ait yazarlar biz genç yazarların, (kendilerinin tabiriyle) “bilgisayar romanı” yazdığını söylemişti. “Bilgisayar romanı” ile ne demek istediler? Onlara göre bilgisayarlar, romanları farklı kılıyordu ve faydalıydılar. Evet, pratikte faydalılar. İşinizi kolaylaştırıyorlar ancak buradaki asıl konu, yalnızlığınızı koruyabilmeniz. Tamamen yalnız kalmaya ihtiyacınız var.
Yalnızlık ve mahremiyet, değil mi?
Evet. Bazen iletişimde olmanız ama bazen de her şeyle bağlantınızı kesmeniz gerekir. Arada bir tamamen yalnız kalmalısınız.
Sosyal medya hesabınız var mı?
Hayır. Bir web sitem vardı. Bir blog yazıyordum ama sosyal medya hesabım hiç yok.
Yalnız kalabilmek için oldukça faydalı bir şey bu, öyle değil mi?
Facebook’un ilk çıktığı zamanları hatırlıyorum. Bir seferinde tüm sabahı Facebook’ta geçirmiştim. Ve zamanımı boşa harcadığımı fark ettim. Yapmam gereken çok fazla şey var. Çok fazla zamana ihtiyacım var. Yapmam gerekenleri yapmak için çok fazla zamana ihtiyacım var ama aynı zamanda hiçbir şey yapmamak için de zamanım olmalı.
DAHA İYİ BİR GEÇMİŞ ASLA OLMAMIŞTIR
Bunca yıl boyunca, özellikle de internet çağında, okurlarınızın ilgisini canlı tutmayı nasıl başardınız? Zor olmalı.
Bilmiyorum. Yazarken okurlarınızı düşündüğünüzü sanmam. Örneğin, İspanyol El País gazetesinde her hafta yazdığım bir köşem var. Ve çok dikkatli olmalıyım. İlginç ve gündeme uygun konular seçmeye çalışıyorum ama kitaplar daha çok bilinçaltıyla ilgilidir. Benim için böyle. Okurlarımı düşünerek yazmam mümkün değil. İşleri yoluna koymak zaten yeterince zor. Bir başlangıca karar vermek, ilginç olduğunu düşündüğünüz bir hikâye bulmak yeterince zor. Ve sadece çok sayıda okur şanslı değil, birçok yazar da şanslı. Kitap okuyan çok sayıda insan var. İspanya’da, örneğin, pandemi sırasında kitap satışları arttı. İnsanlar kitap okumaya devam etti ve normalden çok daha fazla kitap satın aldı. Dikkat dağınıklığına sebep olan pek çok şey olmasına rağmen son dört beş yıldır İspanya’da kitap satışları artıyor. Geçmişte dikkat dağınıklığı yaratan şeyler daha azdı. Yetmişlerde insanların “Televizyon yüzünden artık kimse kitap okumuyor,” dediğini hatırlıyorum.
İnsanlar o günlerde televizyonu suçluyordu, evet.
Evet. Ve inanın, daha iyi bir geçmiş asla olmamıştır.
Bay Muñoz Molina, size göre iki tür hikâye var, genel ve özel. Yazmaya dair ipuçlarından biri de, bu iki hikâye tipini birleştirme becerisidir diyebilir miyiz?
Kesinlikle, evet. Bu, muhteşem 19. yüzyıl romanlarını düşündüğünüzde karşılaştığınız şeydir, örneğin. Tüm zamanların en sevdiğim romanlarından biri, Flaubert’in Duygusal Eğitim’idir. Ve bu romanda olay örgüsünün, insanların özel yaşamlarının tarihsel durumlarla nasıl örtüştüğünü görürsünüz. Daha açık ifade etmek gerekirse, romanda iki âşığın sonunda buluşacakları ve sevişecekleri bir an vardır ama sonra devrim, 1848 devrimi gerçekleşir ve onlar buluşamaz. Erkek, kadının gelmesini bekler ama kadın gelmez. İşte bu benim için bir örnektir. Gerçek hayatta hepimizin başına gelen de budur. Yaşamlarımız, kamusal ve tarihî olaylarla iç içedir ve roman da bu iç içe geçmişliğin nasıl yaşandığını gösterir.
Ve iki tarihin nasıl aynı anda var olabildiğini…
El País’te yayımlanan bir makalenizde, geçmişte var olan erdemlerin kaybı ile ilgili yas tutma konusunda dikkatli olmamız gerektiğini yazmışsınız. Bunu biraz açabilir misiniz lütfen?
Az önce nelerden bahsediyorduk? Nostaljinin tehlikesinden. Ve bu benim için hayati öneme sahip çünkü yazdıklarımın çoğu geçmişin hatıraları üzerinedir, yani insanları özlediğiniz için nostalji hissetmeniz doğaldır. Ölenleri özlersiniz. Sevdiğiniz insanları özlersiniz. Biz hayattayız ama onlar artık hayatta değil. Size annemden bahsetmiştim. Doksan üç yaşında ve çok yaşlı bir kadın. Hareket etmesi oldukça zor. Ve tabii ki, otuzlu ya da kırklı yaşlarında ne kadar güçlü kuvvetli olduğunu hatırlıyorum. Ama öte yandan, o ya da bu sebeple, sizin için daha iyi olduğunu düşündüğünüzden, geçmişte her şeyin daha iyi olduğunu düşünme tehlikesi de bulunmaktadır. Ama işin aslı öyle değil. Çocukluk hatıralarımdan, güzel çocukluk hatıralarımdan konuşarak sohbetimize başlamıştık. Ve bir yazar olarak, bir insan olarak bu hatıraları keyifle hatırlasam da tarihsel durumun berbat olduğunu unutmamalıyım. O günlerde biz çocuklar sokaklarda oynardık. Şimdi bu mümkün değil. Sokaklar arabalarla dolu. Birçok kişi, birçok çocuk erken yaşta öldü. Ve zulüm vardı. Size gene bahsetmiştim, toplumda şiddet ve şiddete karşı tolerans (artık var olmayan türde bir tolerans) vardı. Kadınlar, kesinlikle erkek egemenliği altındaydı ve babalar çocuklarına karşı zorbaydı. Her şey gelişti. Çok fazla gelişti. Artık doktorlarımız var. Artık çok daha fazla kişi üniversiteye gidiyor ya da iyi eğitim alıyor. Kadınların durumu da çok fazla gelişti. Geçmişin daha iyi olduğunu nasıl diyebilirsiniz şimdi? Bunu kim söyleyebilir?
Sefarad isimli romanınızda, 15. yüzyılda İspanya ve Portekiz’den sürülen Yahudiler üzerinden, evsizlik ve sürgün temalarını ele alıyorsunuz. 21. yüzyılda mülteci olmaya dair bir roman da yazmayı düşündünüz mü peki?
Sefarad‘da sürgün edilmiş çok çeşitli kişiler var. Ve bunlardan bazıları 20. yüzyılın sürgünleri, ama haklısınız. Bu, dünyanın şu andaki en büyük sorunu. Tüm duvarların yıkıldığını görüyorsunuz, Meksika sınırını, Avrupa Birliği’nin sınırlarını, … Ve bunların hepsini görmek son derece sarsıcı. Bunlar iklim değişikliğiyle, kuraklıkla, savaştan kaçan insanlarla ve benzeri şeylerle ilişkili. Sorun bu. Ve gelecekte de en önemli sorun bu olmaya devam edecek. Ama yazmak için iki farklı yol var: Bir makale yazdığımda, örneğin, bu benim yazmak istediğim bir şeydir. Ne yazdığımın farkında olurum. Bir roman, bir edebî eser ise bambaşka bir şeydir. Bu size bağlı değildir. Umursadığınız şeylere bağlı değildir. Aklınıza gelen ve sizin tarafınızdan yazılmayı bekleyen şeylere bağlıdır.
“SAUDADE”, PORTEKİZCEDE BİLMENİZ GEREKEN EN ÖNEMLİ KELİMEDİR
Bir okur olarak, romanlarınızda Lizbon’un her zaman özel bir yeri olduğunu hissettim. Eğer bu doğruysa sebebini merak ediyorum, Bay Muñoz Molina.
Lizbon İspanya’ya, Madrid’e çok yakın. Demek istediğim, Portekiz ve İspanya birbirine çok yakın ama birbirinden de bir o kadar farklı. Benzerlik taşıyan çok fazla şey var ama aynı zamanda hayati öneme sahip büyük farklılıklar da var. Bu yüzden Lizbon’a gittiğimde kendimi evimde gibi hissediyorum ama aynı zamanda evimden uzak da hissediyorum. İspanya ve Portekiz arasındaki farklar benim için çok önemli. İki ülke arasında çok büyük bir fark var: İspanya’da insanlar yüksek sesle konuşur. Portekiz’de ise daha kısık sesle konuşurlar. Ben de kişisel olarak kısık sesle konuşanlardanım, bu yüzden kısık sesle konuşan insanların arasında evimde gibi hissediyorum. Madrid yarımadada hapsolmuştur. Lizbon ise denize açıktır. Lizbon’da, bir yanda devasa bir nehre, öte yanda Atlantik’e açılan güzel bir meydan görürsünüz. Okyanusa girmenize ramak kalmış gibi hissedersiniz. İşte bu yüzden Lizbon’u seviyorum ve yemekleri de harika tabii.
Salamanca’da öğrenciyken, bir hafta sonunu Portekiz’in balıkçı şehri Aveiro’da geçirmiştim ve orada oldukça farklı bir hüzün hissetmiştim, İspanya’dakinden tümüyle farklı bir hüzün. Siz de bunu fark ettiniz mi Portekiz’de? Aynı şeyi hissettiniz mi?
Portekizcede bunu anlatan özel bir kelime vardır: “Saudade”.
Portekizcede mi?
Evet, “saudade.”
Bu bir tür hüznü ifade eder ama Portekiz’e özgü bir hüznü.
Kesinlikle, çok farklı.
Evet. Yakalayabildiniz demek? Çünkü özeldir. Sizin için yazacağım.
(Kelimeyi bir kâğıda yazar ve ekrandan gösterir.)
İspanyolcada “tristeza” dediğimiz şey mi bu?
Tam olarak değil.
Tam olarak değil mi? “Tristeza”dan daha mı derin bir kelime yani? Peki, “saudade.”
Portekizcede bilmeniz gereken en önemli kelimedir.
Teşekkür ederim, Bay Muñoz Molina.
Merdivendeki Ayak Seslerin isimli romanınızda, anlatıcı bir yerden diğerine atlıyor, geçmişe dair net bir görüşe sahip değil ve sesi de anlattığı hikâyenin önüne geçiyor. Tüm bunlar bana Faulkner ve Onetti eserlerini hatırlattı. Bay Muñoz Molina, bu iki yazarın sizi derinden etkilediğini söylemek çok mu iddialı olur?
Evet, kesinlikle haklısınız. Sanatçı tarzında yazmak anlamında, örneğin. Son derece hassas bir iştir bu, nüanslarla doludur. Yazı çok müzikal bir biçimde akar. Müzikal ama gürültülü değil. Ve Faulkner size geçmiş ve şimdiki zaman arasındaki kalıcı bağlantıyı öğretir. Yani, geçmiş ve şimdiki zaman arasında sürekli olarak gelip gidersiniz. Ve bu romandaki bu karakterin yaşamına baktığımızda kırılma görüyoruz. Yaşamı ikiye bölünmüş. Evinde yaşıyor ama hâlâ New York’ta. Kendi yalnızlığında yaşıyor ama aynı zamanda Cecilia’nın hatıralarında yaşıyor. Zihni bölünmüş. Acı çekiyor. Aynı anda tamamen tek bir yerde olmasını önleyen zihinsel bir durumdan mustarip.
ARTIK ŞEHİRLERE ÂŞIK DEĞİLİM
Romanın sonunda kendime birçok şey sordum: Cecilia gerçekten var mı? Yoksa kendisi sadece anlatıcının zihnindeki bir kadın mı? Anlatıcının zihninde yarattığı bir kadın mı?
Adam telesekreterindeki bu mesajı dinlerken kadının, onu yapmakla suçladığı şey bu sanırım. Adamın, âşıklara özgü yanılsamadan mustarip olduğunu düşünüyorum. Âşıklarda -çoğunlukla erkeklerde ama bazen kadınlarda da- görülen bir durum vardır ki, âşık oldukları insanı görmek istedikleri gibi görürler, kişinin kendisini görmezler. Arzularının veya hayallerinin bir yansımasını görürler ki, bu da rahatsız edici olabilir.
Madrid’in Sırları isimli romanınızda, 1960’lardaki Madrid’i 1990’lardaki ile karşılaştırıyorsunuz. Bu bana birçok yönden, yaşadığım şehir olan İstanbul’daki trajik değişimi hatırlattı. Göçmenler, tehlike dolu sokaklar, gelir adaletsizliği, işsizlik, uyuşturucu kullanımındaki artış, evsiz insanların sayısının artması ve yoksulluk bu yüzyılda neden bazı şehirlerin kaderi hâline geldi?
Bilemiyorum. Bunun, kapitalizmin mantığıyla ilişkili olduğunu düşünüyorum. Muhteşem şehirler sıradan insanlar için gittikçe daha tehlikeli hâle geliyor. Çoğu kişi için şehirde düzgün bir daireye sahip olmak neredeyse imkânsız. Ben her zaman şehirlere tutkun oldum. Şehirlere âşık oluyorum. Onları seviyorum. Onlarla çalışmayı ve onlar hakkında bir şeyler öğrenmeyi seviyorum. Bununla birlikte, son zamanlarda şehirlere olan aşkımın tükenmeye başladığını hissediyorum çünkü şehirlerde adaletsizliği, yaşamaya uygun konut eksikliğini, çok fazla kişinin kötü işlerde çalıştığını ve çok sayıda gencin, son derece mükemmel gençlerin bisikletli kuryelik yaptığını görüyorum artık. Ve eminim ki İstanbul’da da aynı şeyler yaşanıyordur. İnsanlar geleneksel mahallelerinden uzaklaştırıldılar. Bu her yerde oluyor. Çalışan kesimin yaşadığı mahallelerdeki, popüler mahallelerdeki insanlar buralardan uzaklaştırıldı çünkü bu yerler Airbnb ya da lüks otellere dönüştürüldü. Bu New York’ta yaşandı. Madrid’de de yaşanıyor. Bunu görmek çok üzücü. Artık şehirlere âşık değilim.
Ne yapabiliriz? Bunu değiştirmek için ne yapabiliriz? Politik değişimlere ihtiyacımız var. Adalete ihtiyacımız var. Uygun fiyatlı konutlar için kamu politikalarına ihtiyacımız var. Bu utanç verici bir durum.
Hepimiz kırsal bölgelere taşınsak ve oralarda mı yaşasak?
Ben böyle düşünmüyorum. Çevremizdeki, küçük hareket alanımızdaki yaşamı iyileştirmeye gayret etmeliyiz. Bilemiyorum. Bir yanda kötümser hissediyorsunuz. Öte yandan kötümser bir yapım da yoktur. Ülkemde her şeyin gelişmesine ömrüm boyunca tanıklık ettim. Biraz önce anlatmıştım: İnsanların nasıl daha iyi yaşamaya başladığını, kadınların nasıl daha iyi yaşamlara kavuştuğunu ve birçok açıdan bağımsız hâle geldiklerini gördüm. Yani işler iyiye gidebilir. Bir şeylerin iyiye gidebileceğini ve bunları daha da iyileştirmek için bir şeyler yapabileceğimizi düşünmeye devam ediyorum.
Röportajımızın sonuna doğru gelirken biraz da Max Aub’tan bahsetmek istiyorum. Frankfurt Kitap Fuarı’ndaki konuşmanızı dinlemekten büyük keyif aldık. Orada Aub’un sizi şekillendiren yazar olduğunu ve kendinizi onsuz asla keşfedemeyeceğinizi söylemiştiniz. Nasıl oldu da Max Aub sizi bu kadar etkiledi?
Etkilemesinin birkaç sebebi var: Öncelikle, kendisi “olan” değildi; o bir “dönüşen”di. Saul Bellow’un kullandığı bir ifadedir bu: “Olanlar ve dönüşenler vardır.” Olanlar, doğdukları kimliklerine sıkı sıkıya bağlıdır. Aub, doğumundan itibaren kesin bir kimliğe sahip olma düşüncesini reddetmişti çünkü bildiğiniz gibi, savaşın başındaki 1914’te kendisi, Alman bir baba ile Fransız bir annenin çocuğuydu, bu yüzden de İspanya’ya geldi. Ve o bir İspanyol değildi. Bir İspanyol’a dönüştü. Ardından da ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Meksika’ya gidip orada yaşadı ve edebî kariyerini geliştirdi. Yani doğuştan sahip oldukları kimlikle gurur duyan çoğu kişinin aksine, hayatı boyunca kendi kimliğini kendi oluşturmuş biriydi o. Başka bir şey daha var: Kendisi ilerici düşünceye sahipti. Bir sosyalistti. İç Savaş sırasında Cumhuriyetçi taraftaydı. Buna rağmen çağdaşlarının pek çoğundan farklı olarak Stalinizmden asla etkilenmedi. Sol görüşlüydü ama aynı zamanda daima bir demokrattı. O dönemde Orwell veya Camus dışında çok fazla kişinin dile getirebildiği bir şey değildi bu. Otuzlarındayken, adalet ve eşitliğin sebebinin, totaliterliğin diktatörlüğünü kabul etmek anlamına gelmediğinden emin olan az sayıda kişiden biriydi. Yani Hitler ile Stalin arasında seçim yapmanıza gerek yoktu. Seçiminizi, totaliterlik ile demokrasi arasında yapmalıydınız.
“Yazmak her zaman en çok sevdiğim şey oldu. Kim olduğumu açıkça dile getirmeden insanların bunu anlamasını istedim sanırım. Bunu doğru şekilde anlayacaklarını varsaydım. Bir kez daha yanıldım.”
Bu sözleri söyleyen Aub’a katılıyor musunuz? Peki ya sizin okurlarınız? Yazdıklarınız üzerinden sizi iyi anladılar mı?
Bilmiyorum. Bazen yazdıklarınızı gösterdiğinizde bunun tam olarak sizi yansıtmadığını düşünürüm. Burada bir yanlış anlaşılma olabilir çünkü yazan göz ile okuyan göz her zaman aynı olmaz ama geniş bir perspektiften bakacak olursak kim olduğuma dair net bir fikir edinebilirler.
Son olarak, yeni romanınız hakkında bir şeyler söylemek ister misiniz?
Şu anda üzerinde çalıştığım romanım mı?
Evet. Henüz okurlarınızla buluşmamış olan.
Bu kitap benim için bir sürpriz oldu. Yaşım ilerledikçe zekâya, planlara ve olay örgülerine daha az güveniyorum. Daima akışına bırakmayı öğreniyorum. Bir olay örgüsü veya yapı ya da benzeri şeyler belirlemeden yazmasını öğreniyorum çünkü benim için roman yazmak, şiir yazmak gibi. İçinde coşku unsuru olmalı. Yazarken akıp gitmelisiniz. Ve bu kitabın başlangıcında da işte tam olarak bunu yaşadım. Lizbon’da bulaşık yıkarken bir anda ilham geldi. Aylarca yazdım tabii. Sonra sürecin diğer aşaması başladı: Yazdıklarımı tekrar elden geçirdim, kontrol ettim, düzelttim ve böyle işlerle devam ettim. Çok uzun bir roman olduğunu düşünmüyorum. Yüz altmış sayfa ve de tümüyle tutku dolu.
Ne güzel!
Bay Muñoz Molina, bu arada, İstanbul’a geldiniz mi hiç?
Hayır, hiç gelmedim. Ama gelmeyi çok istiyorum.
Biliyorsunuz, İstanbul’da çok fazla Sefarad Musevisi vardı. İstanbul’da ve tüm Türkiye’de İspanyolca konuşan büyük bir Musevi nüfus vardı çünkü Türkiye 16. yüzyılda çok daha anlayışlıydı. Batı Avrupalılar şu anda daha toleranslı olmakla övünürler ama 16. yüzyılda da öyle miydiler? Cervantes için, örneğin, ne kadar önemli olduğunu hatırlıyorum. Beş yıl tutsak olarak yaşadı. İnsanlar onun mahkûm olduğunu düşünüyorlardı ama yaşlılık yıllarında farklı bir toplumdan çok şey öğrendiği artık son derece net. O dönemde İspanya’ya kıyasla çok daha hoşgörülü bir toplum… Yani, zaman bulduğumda keşfetmek istediğim bir şey bu.
Yakın zamanda İstanbul’u ziyaret etme planınız var anlamına mı geliyor bu?
Hayır, ama davet edilirsem muhtemelen kabul ederim.
<Gülüşme> Peki. Davetlisiniz o zaman.
Artık bir arkadaşım var.
Evet, her zaman bekleriz. Sizi burada görmek bizim için onurdur, Bay Muñoz Molina. Çok teşekkür ederim. Bu inanılmaz derecede güzel bir röportaj oldu. Dergim Mikroscope adına da bir kez daha teşekkür ederim.
Peki. O zaman iletişimde kalalım.
Harika. Bana adresinizi yazarsanız size İstanbul hakkında birkaç kitap göndermek isterim.
Tamam. Adresimi size yazacağım. Hoşça kalın. Ve kendinize iyi bakın.
Hoşça kalın, Bay Muñoz Molina.