Bülent Çallı 1974 yılında Almanya’da doğdu. Müzik ve fotoğrafla da ilgilendi. Daha önce Simsiyah (İletişim 2015), Duman Otel (İletişim 2017), Havaalanı (Storytel 2018), Ferit Aziz Kara (Storytel 2019) ve Havaalanı 2 (Storytel 2020) adlı eserleri yayımlandı.Hacettepe Üniversitesi’nde Felsefe alanında yüksek lisans eğitimine devam ediyor.
Yazarla geçtiğimiz günlerde okurla buluşan İstanbul Posta Treni ekseninde, bir kış uykusu arifesinde, Feriköy krematoryumunun külleri üzerimize yağarken ve fonda Bob Dylan çalarken söyleştik. Kapatılmış bir şehirden çıkış yolları, yazmak ve İstanbul Posta Treni’nin yolculuğu üzerine hem yazarlar hem okurlar için doyurucu röportajımız sizlerle…
Oysa pandemi hakkında bir roman yazmamakta kararlıydım.
Öncelikle bu romanın nasıl ortaya çıktığını ve anlatıcı tekniği konusundaki seçimini sormak istiyorum.
Romanın çıkışı ta 2001 yılına dayanıyor. Bu romanın ilk dört bölümündeki kimi kısımları eskizler olarak yazmıştım. Aklımda herhangi bir kurgu olmadan içinden çıkılamaz bir İstanbul’da genç bir adamı hayal etmiştim. Pandemi döneminde o eskizler, onları gömdüğüm yerden yükselip bana yeniden musallat oldular. Oysa pandemi hakkında bir roman yazmamakta kararlıydım. Pandemi o sırada kurgu kaldırmayacak bir gerçeklikti, evlere hapistik, insanlar ölüyordu. Fakat gece yarısından sonra müzik çalma, denize girme, sahillerde yürüme yasakları beni fena tetikledi. Neyse ki romanım hakkında şunu söyleyebilirim: konunun pandemi ile pek bir ilgisi yok.
Anlatıcı tekniğine gelince, sanırım bu soruda romandaki anlatıcının çokbilmiş bir tip olmasından bahsediyorsun. Öncelikle, galiba ben hep böyle yazıyorum ya da sadece böyle yazabiliyorum. Soru üzerine düşününce bu sonuca vardım. İlk iki romanım, Simsiyah ve Duman Otel’de anlatıcılar romanın içindeki karakterlerdi ve o yüzden çok fazla şey bilip çok fazla yorum yapabiliyorlardı. Bu romanda ise tepeden bakan, tanrısal ya da olimpik dedikleri klasik bir anlatıcı var; o yüzden de romana zaman zaman karışıyor olması dikkat çekiyor. Ama acaba gerçekten öyle mi? Romanı anlatan sahiden olimpik bir anlatıcı mı yoksa kendini gizlemiş romandaki karakterlerden biri mi? Yazar böyle diyorsa, roman okunduktan sonra, aşırı bir yorumla, aslında anlatıcı şuydu, Burhan’dı, Selim’di, Selim’in hastanedeki o tanıdık arkadaşıydı, radyodaki kadındı, gibi sonuçlara varılabilir. İşin aslı ben bu romanın yaşadığımız pandemiden ya da genel anlamdaki distopya kavramından nemalanan bir metin olmasını istemedim. Bunu temin etmenin bir yolu anlatıcıyı da işin içine katmaktı. Kurgu dahi olsa, anlatıcı da bu olanlardan nasibini almış, zarar görmüş ve bu yüzden kendine göre yorumları da olan bir anlatıcı olmalıydı. Bu bir yazar olarak suçumu biraz olsun hafifletecekti. Anlatıcı tekniğindeki seçimimde aslen bunu amaçladım.
Romandaki baş karakterler Burhan ve Oguz’u çok yakından tanıyabiliyoruz, kayıtsız, rasyonel, bencil, iyi ve kötü insani halleri ve zaaflarıyla. Nasıl yarattın bu karakterleri? Karakterlerin seninle konuşur mu?
Son soruya ilk cevap vereyim. Karakterlerim benimle konuşmaz. Belki bir yazar olarak zaaflarımdan biri de budur. Ben romandaki fikre ve o fikrin üzerine yayıldığı kurguya karakterlerden daha çok önem veriyorum. Karakterlerim de drama gereği roman içinde değişimlere uğrasalar da ben onlara daha çok fikre ve kurguya hizmet eden aletler olarak yaklaşıyorum. Bu yüzden de benle pek konuşmuyorlar.
Burhan ve Oğuz’u çok basit ve masum bir düşünceden yarattım. Normalde asla bir araya gelmeyecek iki karakterin birbirlerine mecbur oldukları zoraki yolculuk hikâyeleri hep ilgimi çekmiştir. Özellikle de filmlerde, örneğin Uçaklar, Trenler ve Otomobiller filmindeki Steve Martin ve John Candy’nin karakterleri gibi, sonunda orta yolda buluşup birbirlerini anlarlar, severler vs. Ben de birbirine böyle ters iki karakterin kontrastından faydalanmak istedim. Burhan bencil, Oğuz ise korkak. İkisi bir araya geldiğinde anlatacak çok şey çıktı.
Bülent Çallı: “…belki de sahiden bir çıkış yoktur ve tünelin sonundaki ışık bizzat sizsinizdir.”
Romandaki distopik atmosfer, sokak dili, detaylara hâkimiyet, gözlem gücü hemen göze çarpıyor ve bizi anında kendi gerçekliğine davet ediyor. Ben bunu biraz senin edebiyatla olduğu kadar müzikle, fotoğrafla da ilgili olmana bağladım. Ne dersin, bu üçü yaratma sürecinde birleşik bir etkiye sahip oldu mu? Ya da sen yazarken bunları nasıl kullanıyorsun?
Yorumun için teşekkür ederim. Ben bu soruya kendimi değil de daha yüksek bir kavrayış ve yaratma seviyesinin üyelerini düşünerek cevap vereyim. Ben, tüm sanat formlarının sanatçı dediğimiz o kişide belli bir tarzda işleyen bir tür makinanın ürünü olabileceğini düşünüyorum. Demek istediğim bu adeta bir paket gibi, hepsi birlikte geliyor olmalı. Dali fotoğraf çekseydi, müzik yapsaydı ya da roman yazsaydı (bunları yaptı mı bilmiyorum) bunlar büyük ihtimalle tablolarına benzerlerdi. Nitekim Dali’nin yaşamı da tablolarına benziyor. David Lynch yaptı da, müziğinin filmlerinden farkı yok gibi. Benim kapladığım o küçük alana dönecek olursak, sorduğun sorudaki gibi bir ayrıma vakıf değilim ne yazık ki. Ama yazarken kurduğum sahneleri film gibi düşünmekten kendimi alamıyorum. Ya da kimi şarkıların sözleri veya belirli yerleri, yazdığım sahneleri gizliden gizliye güdülüyor. Edebiyat dışındaki alanlarda sahip olunan birikimler elbette dönüp dolaşıp yazdıklarımızı etkiliyordur.
Bir posta treniyle, kuşatılmış, kapanmış bir şehirden çıkmaya çalışmak hem kurgudaki distopya için hem hayatlarımız için metaforik bir imge mi? İstanbul’dan çıkmak, tahakkümden çıkmak, bir şehirden çıkmak, insanın kendi açmazlarından çıkması senin için ne ifade ediyor? Politik cuntadan, kendi cuntamızdan, tekrarlarımızdan, kapanlarımızdan, kaybolduğumuz yerlerden kaçabilir miyiz?
Bu elbette metaforik bir imge ama her şeyi genelleyen bir imge değil. Bu “çıkış“ konusu tarih boyunca mikro ve makro alanlarda hep vardı. Ana rahminden çıkış, Exodus, Doğu Berlin’den çıkış, yaşadığımız şehirden, ailemizden çıkış ya da senin de bahsettiğin insanın kendi açmazlarından çıkması gibi. Schopenhauer’e göre mesela, bir çıkış yok. Her canlı yaşadığı sürece dünyadan bir şeyler talep ediyor ve nihayetinde kendisi de yok oluyor. Benim romandaki karakterler de böyle biraz. Burhan İstanbul’dan çıkmak istiyor ama bunu başarabilirse nasıl bir yere çıkacağı meçhul. Hatta belki daha beter bir yere çıkacak (romanda da konuşuluyor bu). O halde elimizdeki ile mi yetinelim? Değil elbette. Bir çıkış aramak ve mücadele etmek gerekiyor. İnsan olmanın hem doğası hem macerası bunu gerektiriyor ve çoğu zaman bizi buna itiyor zaten, ama belki de sahiden bir çıkış yoktur ve tünelin sonundaki ışık bizzat sizsinizdir.
Romanın felsefi ve psikolojik boyutu kurgu ilerledikçe farklı konularla açılıyor. Ben en çok “Hume okuyan Kant Gibi” başlığını merak ediyorum. Okumayanlar için biraz açar mısın?
Okumayanlar için basitçe şöyle açıklamaya çalışayım. Kant, bilindiği üzere ve kendi kelimeleri ile “akıl, deneyimden tamamen bağımsız olarak neyi ve ne kadarını bilebilir,” sorusuna eleştirel bir felsefe yoluyla bir cevap aramış ve bugün hâlâ üzerinde konuşulan fikirler ortaya koyabilmiş büyük bir düşünürdür. Prolegomena adlı eserinde Kant, kendinden önce eserler vermiş İskoç düşünür Hume’u okurken “dogmatik uyuklamasından ilk defa uyandığını” söyler. Kant, aslında Hume’un fikirleri ile pek çok yerde uyuşmaz ama yine de onu kendi özgün düşünce yoluna çıkaran ve bir bakıma uyandıran Hume’un “nedensellik” sorununa yaklaşımı ve Kant’a göre yanlış da olsa vardığı sonuç olmuştur. Bu yüzden romanda Selim’in bir bakıma “aydınlandığı” o bölüme böyle bir isim uygun gördüm.
Hikâyenin ana karakterlere ve yan karakterlere dağılımı, birbiriyle olan bağları ve kapladıkları yer konusunda nasıl bir strateji izledin?
Denge benim için sihirli bir kelime gibi. Hatta bu yüzden, aram hiç iyi olmamasına rağmen, romanlarımda matematiksel bir dengeyi kolladığımı söyleyebilirim. Burada da iki uzak kaynaktan doğan ve engebeli bir coğrafyada birbirlerine yaklaşan iki ayrı nehir gibi Burhan ve Oğuz belli bir sırayla anlatılıyorlar, neden sonra hikâyeleri birleşiyor. Ya da zaten izole bir dünyanın anlatıldığı bir dünyada herkesten daha fazla izole olan Selim’i ancak (yanılmıyorsam) altı bölümde bir ziyaret edebiliyoruz. Bir de Nabakov’un edebiyat dersleri aracılığı ile Charles Dickens’ta keşfettiğim bir yöntem var. Hikâyesine ait kimi temaları (örneğin sis, çamur, kalabalık, yağmur, delilik, karmaşa, vs.) hemen her bölümde bir fırsatını bulup yazının içinde geçiriyor. Bu tarz bir yaklaşımı ben de kendimce uygulamaya çalıştım. Bu gözle okuyanlar bunun izlerini kolaylıkla bulacaklardır.
Tıpkı bizden milyonlarca ışık yılı uzaktaki belki de çoktan sönüp gitmiş yıldızların ışıklarını görüyor olmamız gibi, hâlâ orada olduğundan emin olamadığımız bir ses…
Kara Bayrak’ın radyo diyalogları çok etkileyiciydi. O hepimizin iç sesi mi yoksa bizi karanlığın içinden kurtarmasını umduğumuz bir dış ses mi?
Ne güzel bir soru. Sanırım ikisi de ve de hiçbirisi. Çünkü aslında radyoda dinledikleri önceden kaydedilmiş bir ses. Tıpkı bizden milyonlarca ışık yılı uzaktaki belki de çoktan sönüp gitmiş yıldızların ışıklarını görüyor olmamız gibi, hâlâ orada olduğundan emin olamadığımız bir ses. Galiba böylelikle soruna cevap vermemiş oldum. İlla bir cevap istenseydi benden o halde şunu söylerdim: radyodaki kadın bence bir iç ses ama daha çok romanı kim anlatıyorsa onun iç sesi.
Üçüncü romanın. Karanlık taraftan bakıp yaşamın karmaşasını çok net bir şekilde aydınlatan, kendine özgü bir tarzın var. Yazmak sana ne hissettiriyor?
“Bir Odysseia’e çıkıp bir yerlerdeki evimi bulmak arzusu içindeydim. Bir süre önce terk ettiğim evimi bulmak için yola çıktım… Tam yerini hatırlayamıyordum aslında, ama oraya gidiyordum. Yolda karşılaştığım şeylerle karşılaşmak, tam tasarladığım gibiydi. Gerçek anlamda dünyevi hırslarım yoktu. “Olmam gereken yerden çok uzaklarda doğdum… Onun için de evime gidiyorum.” Bob Dylan söyledi bunları. Ben de en saf anlamı ile tam olarak böyle hissediyorum.
Son olarak okurlarına ne söylemek istersin?
Merhaba okuyucu.