Cansu Canseven ile Editörlük Zor Zanaat: Editörlerle Söyleşiler kitabını konuştuk. Canseven, “Eskiden editörün sorumluluğu daha ağır, konumu daha kıymetliydi; şu an ne yazık ki biraz daha alelade bir iş gibi görülüyor, değersizleştiriliyor. Editörün emeği görülmeli, duyulmalı,” dedi.
Düşbaz Kitaplar’ın yayın yönetmenliğini yürüten Cansu Canseven, bir yandan da Boğaziçi Üniversitesi Çeviribilim bölümünde doktora çalışmalarına devam ediyor. Editörlük Zor Zanaat, Canseven’in on bir editörle yaptığı söyleşiden oluşuyor: Selahattin Özpalabıyıklar, Nazlı Berivan Ak, Cem Akaş, Tanıl Bora, Sevengül Sönmez, Murat Yalçın, Savaş Kılıç, Cem Alpan, Semih Gümüş, Ayşegül Utku Günaydın, Mustafa Çevikdoğan.
Cansu Hanım merhaba, Editörlük Zor Zanaat kitabı on bir editörle yaptığınız söyleşiden oluşuyor. Bu kitap fikri nasıl doğdu?
Çok teşekkür ediyorum öncelikle bu soru için. Bu biraz eskiye dayanan bir mevzu aslında; ben 2015 yılında K24’te çevirmen söyleşileri hazırlamaya başlamıştım. Bu anlamda medya ve yayın dünyasında böyle bir seri daha önce yapılmamıştı; yeni çıkan ya da gündem olan kitapları çevirmenleriyle konuşuyordum, öncesinde çevirmenlerin, üzerine konuşacağım çevirilerini okuyup çevirilerine ve onların deneyimlerine özel sorular hazırlıyordum. Epey ses getiren, kıymetli bir iş oldu. Bu söyleşileri takiben pek çok mecrada çevirmenlerle benzer çalışmalar yapılmaya başlandı; bu durum da bana, editörlerle yapılabilecek benzer bir iş için hem motivasyon hem de ilham oldu. Editörlerin sesini ve derdini duyurmak ama bunu yaparken de kılavuzluk edecek bir ton ayarlamak istiyordum, umarım başarılı olmuşumdur, olmuşuzdur. Çevirmenler ve editörler, yayın dünyasında metinlerin gizli özneleri gibi; birilerinden konuşuluyor, birileri övülüyor ama çoğunun adı anılmıyor. Düşünsenize, bir editör, bir yazarın kitabı üzerine uzun uzun çalışıyor, belki onlarca sayfa/bölü/paragraf çıkarılıyor ya da ekleniyor, metin bazen baştan yazılıyor, karakterler ekleniyor, diyaloglar yenileniyor, künyede editörün adı geçiyor, yıllar sonra bu yazar transfer oluyor ve editörün çalıştığı o metin, yeni yayınevinde başka bir editörün adıyla çıkıyor. Bir önceki editörün emeği yok sayılıyor. Bu böyle olmamalı; bu emekler görülmeli, duyulmalı; editörler konuşulmalı, bu kitap da umarım buna hizmet eder.
Kitabımızda yer alan editörleri nasıl belirlediniz? Bu anlamda destek aldığınız isimler oldu mu?
Editörlerle söyleşi hazırlama fikrini hayata geçirme kararı aldığımız toplantıda Dilek Emir ve Semih Gümüş’le birlikte birçok ismi konuşmuş, bir liste hazırlamıştık. O listeye eklenenler oldu, benim konuşmak istediğim ama yanıt alamadığım ya da bu projede yer almak istemeyenler de oldu ve tabii ki hem hacim hem de süre bakımından kitaba dahil edemediğim ama aklımda kalan isimler oldu. Öncelikle bunu söyleyerek başlamak istedim. Kitaba dahil olan editörler, birbirinden kıymetli isimler; ben bu anlamda deneyimi ve yelpazeyi geniş tutmamı mümkün kılması açısından çalıştığı alanı ve yayınevini özellikle dikkate aldım. Kadın-erkek dengesini gözetmeye çalıştım, o konuda çok başarılı olamadığımın da farkındayım, daha fazla kadın editör yer almalıydı. İzmir ve Ankara’dan da seslerin duyulmasını önemsedim. Görece yeni kuşak editörlere de yer verdim. Dergi editörlüğünü konuşmayı çok istiyordum, onu da yapabildim. Başta da dediğim gibi dahil edemediğimiz ve eksik kalan isimler ve konular illaki var, hep olur zaten ama şu haliyle içime çok sinen bir liste olduğunu söylemeliyim.
EDİTÖR KİTABIN HER TÜRLÜ MESELESİYLE İLGİLENİR
Durumlar ve takvimler değişse de kitabın tarihsel bir izlek bırakmasını amaçladığınızı kitabın başında belirtiyorsunuz. Bu amacı kısaca açıklar mısınız?
Bu kitabın fikir olarak tartışıldığı günden ete kemiğe büründüğü güne kadarki süreçte o kadar çok toplumsal olay yaşandı ki. Pandemi, seçimler, ekonomik kriz… Bunun gibi daha pek çok toplumsal, politik ve ekonomik durum yayın sektörünü ve sektör çalışanlarını doğrudan etkiliyor. Bazen üretim duruyor, bazen yavaşlıyor, basılan kitap sayılarında değişiklikler görülüyor, ödemeler öteleniyor; dağıtımcıdan son okumacıya, ajans çalışanından editöre sektörün her bir parçası etkileniyor. Kitaptaki söyleşiler günceli yakalarken bu ve benzeri sorunu da masaya yatırdı; bundan beş yıl sonra durumlar değişebilir, ekonomi şahlanabilir, okuma oranımız bir anda arşa çıkabilir, satışlar patlayabilir; hepsi olur, neden olmasın; öyle olsa bile bu kitap eskimeyecek, sayfalarındaki sohbetlerimiz tarihsel bir izlek bırakacak, geçmişin yayıncılığına dair ipuçları sunacak dönemin okuruna ve ilgilisine.
Unutmadan, biz de size sormak istiyoruz; editör kimdir, kime editör denir?
Gerçekten zor bir soru. Benim için kitabın seçilmesinden baskıya gidene kadarki sürecin tamamıyla bizzat ilgilenmekle sorumlu kişidir. Kitabın her türlü meselesiyle ilgilenir.
Editörlerin eskisi gibi değer görememe durumunu nasıl açıklıyorsunuz?
Bunu biraz sektördeki patronların editörlere karşı tutumlarına bağlıyorum. Kitapta da özellikle Murat Yalçın’ın, Cem Akaş’ın ve Semih Gümüş’ün bahsini ettiği üzere, eskiden patronlar, yayınevi sahipleri entelektüel insanlardı, kültür ve sanat dünyasıyla yakından ilgilenen isimlerdi ancak artık sektörde ticari kaygılar, daha ağır basmaya başladı. Eskiden editörün sorumluluğu daha ağır, konumu daha kıymetliydi; şu an ne yazık ki biraz daha alelade bir iş gibi görülüyor, herkesin yapabileceği bir iş olarak kabul ediliyor, değersizleştiriliyor. Ama bunu değiştirmek için çabalayan çok fazla yayıncının ve editörün olduğunu da söylemek gerekiyor.
İşin bir de ekonomik tarafı var tabii. Aldıkları ücretlerle geçinemeyen editörler sahil şehirlerine ya da kasabalarına yerleşmek zorunda kalıyorlar ve gece gündüz orada da çalışmaya devam ediyorlar. Kısacası editörün işi de yükü de hiçbir şekilde bitmiyor. Bu sorun çözülebilir mi, nasıl görüyorsunuz?
Bu biraz öncelikle ülkenin ekonomik sorunlarının çözülmesine paralel olarak düzelebilir. Yakın gelecekte benim çok ümidim yok açıkçası. Bu çalışma şartları ve ekonomik sorunlar bir süre daha kendisini gösterecektir, en azından iş, doğası gereği, uzaktan çalışmayı, evde tek başına üretmeyi mümkün kılıyor.
ELEŞTİRİYİ “HATA AVCILIĞI” OLARAK GÖRÜYORUZ
Şöyle bir denklemden bahsediyorsunuz: Editör, yazar beğeniliyorsa gizliden seviniyor, çevirmen olumlu eleştiri alıyorsa içinden mutlu oluyor, yayıncı para kazanıyorsa göğsü kabararak dolaşıyor ama işler ters gidince fırçayı ilk yiyen editör oluyor. Editör neden sadece başarısızlık söz konusu olduğunda “ilgi odağı” oluyor?
Bu hep böyledir ama. Eleştiriyi “hata avcılığı” olarak anlıyoruz toplum olarak. Editörün adı iyi kitapta anılmıyor da kötü kitapta “Editör bunu nasıl fark etmemiş?” diye editöre kızılıyor, belki yüz hatayı düzeltti, bir onu görmedi, bu ihtimal düşünülmüyor. Selahattin Özpalabıyıklar’ın kaleci örneği var kitapta, onun gibi, kaleci belki on kez kurtarıyor topu ama bir tane gol yiyince takım mağlup oluyor. Çeviride de bu böyle; iyi çeviri değerlendirmesi görüyor muyuz hiç? Hani böyle cümle cümle karşılaştırmalı olup çevirmenin üslup ve dil olarak şahane bir iş çıkardığına dair bir inceleme? Akıcı, güzel, başarılı olduğu yazılan çeviri güzellemesinden bahsetmiyorum. Ama kötü çeviriye dair hemen karalama yazıları, yorumlar çıkar. Biraz bunu seviyoruz ve bunu anlıyoruz eleştiriden, bu konuda zayıfız ne yazık ki.
Son yıllarda şöyle bir algı oluştu. Editörden beklenen sadece “çok okunan” bir yazar bulmak. Gerisi teferruat gibi algılanıyor. Bununla ilgili düşünceleriniz neler?
Az önce de dediğim gibi bu biraz da sektörün ekonomik kaygılarıyla ilgili. Şu an çok okunan bir yazar bulmak da değil, bu yazarı yaratmak üzerine bir yarış var. Influencer’lara, başka alanlardan beğenilen, takip edilen isimlere kitap “yazdırmanın” sebebi de bu; bunun paraya dönüşeceği öngörülüyor, sonuçlar da ortada, çoksatanların çoğu gerçekten de bu tarz proje kitaplar. Bu noktada geliştirici editörlük yapıyor editörler ve bir nevi kitabın ikinci yazarı oluyorlar. Ama ekonomik kazançlarda kendisinin bir payı olmuyor tabii.
Kitabınızı hazırlarken sizin için kaynak oluşturan kitaplar nelerdi? Bizlerle paylaşır mısınız?
Editör Ne İş Yapar? kitabını çok severek okumuştum. Kitabın sonunda verdiğimiz okuma listesindeki kitaplardan çoğu da benim kitaplığımdaki kıymetli kılavuzlardır, her birini bu sayede yeniden öneririm bu alana ilgi duyan herkese. Bu kitabı hazırlarken de bugüne kadar yaptığım bütün bu okumalar, benim bu konudaki hassasiyetimi ve motivasyonumu besledi.
O mu, Bu mu?
Kitabınızda röportajların sonunda editörlere yönelttiğiniz kısa soruları biz de size sormak istiyoruz. Tabii sizin de belirttiğiniz gibi ihtiyaç duyduğunuzda kısa gerekçelerinizle birlikte alabilirsek çok iyi olur.
“Yaşımda” mı, “yaşında” mı?
İkisinin de doğru olduğunu düşünüyorum. Kullanım yerleri değişiyor sadece. Ben otuz iki yaşında anne oldum, yakın zamanda otuz beş yaşıma gireceğim.
“Hoşgeldin” mi, “hoş geldin” mi?
Hoş geldin.
“Sağol” mu, “sağ ol” mu?
Sağ ol.
“Yurtiçi” mi, “yurt içi” mi?
Yurt içi. Ben bir iki istisna dışında bu bitişik yazma konusunda şunu kendime kural kabul ediyorum: İki kelime kendi anlamını koruyorsa ayrı, korumuyorsa bitişik. Kurşunkalem bitişik mesela. Hafta içi ayrı, yurt dışı ayrı.
“Tüm” ve “bütün” kullanımları nasıl ayrışıyor sizce?
Birbirinden farklılar aslında ama bağlam içinde karar vermek gerekiyor yine de. Yine de “tüm” daha çok kullanılıyor, çoğu zaman da yanlış kullanılıyor. Bütün tek bir parçanın tamamı, tüm ise parçaların tamamı aslında, bu ayrımdan hareket edip biraz da sese göre karar verebiliriz.
“Vazgeçtim” kelimesini “vaz mı geçtim” şeklinde yazmak doğru mudur?
Bana doğru gelmiyor. Ama dile yerleşik bir kullanım var; bazen, özellikle kurmaca metinlerde başvurulabilir.
“Yapıyor olacağım”, “gidiyor olacağım” gibi ifadeler yaygınlaşmaya başladı. Bunların kullanımıyla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Kesinlikle yanlış buluyorum.
“İle”yi mümkün mertebe kendinden önce gelen kelimeyle bağlamalı mı?
Leyla ile Mecnun gibi bir kullanımı yoksa bağlamakta fayda olduğunu düşünüyorum.
“İle” demişken, “itibarıyla” mı, “itibariyle” mi?
İtibarıyla.
Türkçede hangi durumlarda ünlem işareti kullanmalı?
Ben ünlem işaretini hiç kullanmıyorum. Kelimelerle, hecelerle bu vurgulamayı yapabileceğimizi düşünüyorum.
“Istırap” mı, “ızdırap” mı? Hangisi ve neden?
Bu noktada dilbirliğini önemsiyorum ben. Izdırap diyorsak mesela metinde devamında gelecek muzdarip kelimesi olmalı, mustarip değil. Bu biraz yazarın üslubuna göre, metnin bağlamına göre de değişebilir. İki kullanım da mevcut ama ben aslında “ızdırab”tan yanayım, onun kullanımı değişti tabii. Yine de “ızdırap” ve “muzdarip” kelimelerini tercih ederim.
İngilizcedeki if kalıbından hareketle sormak istiyorum, illa “eğer”i kullanmalı mıyız?
Olabildiğince sadeleştirmeli dili. Bence kullanmamak daha iyi.
“Kendisiyle” mi “kendiyle” arasında nasıl bir fark var sizce?
Kullanımına göre epey fark var. Bu şekilde ayrımını anlatmak kolay değil ama örneklere ya da karşımıza çıkan cümlelere göre karar veriyoruz. “Kendi” kelimesini kullanırken dikkatli olmakta fayda var.
“Okuyucu” çok kullanılıyor ama bana daha çok elektronik bir cihazı benimsetiyor. “Okur” demek daha doğru değil mi?
Ben illaki okuru tercih ediyorum. Okuyucu bana tarayıcı gibi teknik bir cismi çağrıştırıyor.
“Fotoğraf” yerine “resim” kullanılması sizi rahatsız eder mi?
Beni rahatsız ediyor. Resim yerine fotoğraf kullanmıyoruz, fotoğraf için kullanıyoruz. Bence kullanmamalıyız.
“Kurmaca” mı “kurgu” mu?
Kurmaca.
“Öykü” ile “hikâye”yi nasıl ayırıyorsunuz?
Tür olarak öykü. Romanın da bir hikâyesi var.
“Çoksatar” mı, “çok satar” mı, “çoksatan” mı, “çok satan” mı?
Çoksatar.
“Çeviren” mi, “çevirmen” mi?
Çevirmen.
Şapkalı mı şapkasız mı?
Şapka kalkmadı, önce bunda bir anlaşalım. Ama her kelimeye de şapka koymayalım. “hal” kelimesine konan şapkayı mesela çok gereksiz buluyorum. “dahil” de hep şapkalı gelir yazarlardan, çevirmenlerden. Genel olarak seviyorum şapkayı ama hiçbirinde aşırı olmamakta fayda var.
“Personel” mi “personeller” mi?
Doğrusu personel ama personeller demek dilimize yerleşmiş.
“Eskaza” mı “eskeza” mı?
Ezkaza.