Çağdaş dünya edebiyatının çok önemli iki ismini geçtiğimiz günlerde art arda kaybettik. Paul Auster ve Alice Munro. Amerikalı roman yazarı, şair ve senarist Paul Auster, aralarında New York Üçlemesi ve kısa bir süre önce Türkçede de yayımlanan romanı Baumgartner’la birlikte 34 kitabın yazarıydı. 2013 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülen Kanadalı yazar Alice Munro ise yalnızca öykü yazarak Nobel’i kazanan tek yazardı. 2009’da da Booker Ödülü’nü kazanan yazarın aralarında Sevgili Hayat, Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik gibi toplam 16 öykü kitabı vardı. Biz de bu iki ismi hem çevirmenlerine hem de edebiyatçılara soralım istedik.
Bir Daha Paul Auster Kitabı Çeviremeyeceğim
Seçkin Selvi
“…ve S.T.Baumgartner destanının son bölümü başlıyor.”
14 Ekim 2023 günü kitabın bu son cümlesini çevirdiğimde, başlayacak bir son bölüm olmayacağını biliyordum. Hastalığı açıklanmıştı. Destan bitmek üzereydi.
1991’de Türkiye’deki ilk Paul Auster kitabı olan Ay Sarayı ile başlayıp Brooklyn Çılgınlıkları, Cebi Delik, 4 3 2 1, Görünmeyen, İç Dünyamdan Notlar, Karanlıktaki Adam, Kış Günlüğü, Köşeye Kıstırmak, Leviathan, Sunset Park, Şimdi ve Burada, Son Şeyler Ülkesinde ve son kitabı Baumgartner olmak üzere on dört kitabın çevirmeni, Can Yayınları’ndaki diğer kitaplarının editörü olarak son güne kadar devam eden otuz üç yıllık bir iş arkadaşlığının, uzaktan da olsa uzun süreli bir dostluğun sonuna geldik işte. Dostluk derken, kendisiyle hiç tanışmadım, ama çağdaş edebiyata unutulmayacak imzasını atan yazarın kitaplarıyla haşır neşir olurken gelişen bir dostluk oldu bu.
Çevirmeni olarak bence önde gelen özelliği, yazdıkları nerede geçerse geçsin, hangi olaylar yaşanırsa yaşansın, Paul Auster’ın daktilosunun tuşlarından hayata geçen kişiler belirli bir ülkenin, bir yörenin, bir şehrin insanları olmayıp, salt insan olmalarıdır. Auster anlattığı her yeri en ince ayrıntısına kadar sinematografik bir görsellik kazandırarak anlatsa da okur hiçbir zaman yabancılık hissetmez, roman kişilerini yadırgamaz; çünkü anlatılan, duygularıyla, davranışlarıyla, deneyimleriyle dünyanın her yerinde var olan ve hepimizin şu ya da bu yönüyle tanıdığı, isim veya sıfat tamlaması gerektirmeyen “insan”dır.
Paul Auster edebiyat alanındaki haklı yerinin yanı sıra, başta askere gitmeyi reddettiği ve bütün gençlere reddetme çağrısı yaptığı Vietnam savaşı olmak üzere ülkesinin ve dünyanın yakın tarihiyle hesaplaşan siyasi tutumunu, ödünsüz dünya görüşünü ömrü boyunca sürdürdü. Bu tutumdan Türkiye de nasibini aldı. İnsan hakları ve fikir özgürlüğü konusunda eleştirdiği ülkemize, bu nedenlerle gelmeyi de reddetti.
Paul Auster’ın İngiltere’deki yayıncısı Faber and Faber’in genel yayın yönetmeni Walter Donohue, yazarın vefatından sonraki duygularını şu sözlerle paylaştı:
“Acının sivri ucu insanın yüreğine saplanıyor ve bu acıyı hafifletecek hiçbir söz yok. Paul Auster öylesine akıllıydı ki, Baumgartner’da bize acımızla nasıl baş etmemiz gerektiğinin mesajını verdi.”
Ben de onun kadife gibi sözcüklerini bir daha okuyamayacak, bir daha çeviremeyecek olduğum için üzgünüm, çok üzgünüm.
Paul Auster’i Tanımak
İlknur Özdemir
Sevdiğimiz yazarları tanımalı mıyız diye hep düşünmüşümdür. Epeyce gündeme de gelmiştir de bu konu. Hayran olduğu yazarla yüz yüze gelince, sohbet edince, ya da sadece onun konuşmasını, davranışını izleyince hayal kırıklığı yaşayan yok mudur?
Şahsen ben bir-iki kez – gençken – böyle durumlar yaşadım. Neden? Çünkü yazdıklarına hayran olduğumuz yazarı gerçek hayatta, “dış dünyada” görünce bazen bambaşka bir kişiyle karşı karşıya olduğumuzu fark ederiz. Belki de bekleriz ki o yazar, yazdıklarına dayanarak hayal ettiğimiz kişi olsun; herkesten farklı, biz “ölümlülerden” farklı olduğuna inanırız. Oysa bir bakarız ki o da bizim gibi biri; gündelik yaşamında, hayata bakışında, bizden farkı yok.
İşte bu türden hayal kırıklıklarıyla karşılaşmamak için yazdıklarını beğendiğim, bayılarak okuduğum yazarlarla yüz yüze gelmek beni biraz tedirgin etmiştir. Elbette ki her yazar için geçerli değil bu, ama o yazarın bende yarattığı büyülü ortamı bozmak istemiyorum demek daha doğru galiba. Belki Salinger gibi yazarların hiç ortaya çıkmamasının bir nedeni de budur: Okurlarıyla aralarına bir mesafe koymak: Her iki tarafın iyiliği için.
Bundan neredeyse 20 yıl önce Paul Auster’in New York’taki evine giderken bu tedirginliği taşımıyordum desem yalan olur. O güne kadar birkaç kitabını —hayran olarak— çevirmiştim. İlk çevirdiğim kitabı olan Yalnızlığın Keşfi, yazarı tanımanın en mükemmel yoluydu, çünkü kendini anlatıyordu. İşte tedirginliği gidermeme yardımcı olan da bu kitaptı. Çünkü oradaki samimi anlatımı, vurucu cümleleri, duyguları etkileyen gözlemleri onu tanımama yardımcı olmuştu. Ama diyordum içimden, ya anlattığı kişi değilse? Ya çoğu yazar gibi, “romanımda anlattığım kişi ben değilim” diyeceği duygusu uyandırırsa bende.
Kapı açılıp içi gülen gözleriyle beni karşıladığında ve sonraki uzun sohbetimiz boyunca tam hayal ettiğim, bulacağıma inandığım yazar olduğunu anladım. Alçakgönüllü tavrı, sorularıma verdiği içtenlikli yanıtları, bana gezdirdiği evi, aile ortamı, eşiyle ve kızıyla olan konuşmaları onun bizim gibi bir insan olduğunu ama yine de farklı olduğunu gösterdi bana.
Gittiğine ve artık yazdıklarını okuyamayacağıma çok üzülüyorum. Elimde son yazdığı Baumgartner var. Her sayfasında onun gittiğini düşünmeden okumak olanaksız.
Öyküyü Taçlandıran Bir Yazar: Alice Munro
Semih Gümüş
Alice Munro dünya edebiyatında öyküyü taçlandıran yazarlardan. O hem öyküye duyduğu sevgiyle yazmış hem de tamamıyla kendine özgü bir öykü dünyası kurmuş. Onda en çok ilgimi çeken, günlük hayatın içindeki sıradan insanların yaşadıklarını uzun uzadıya anlatırken da fazlalıklara yer vermediğini düşündürmesi. Bu elbette büyük ustalık. Onun öykü kişileri, içinde bulundukları durumu anlamaya, açık seçik hale getirmeye çalışırken hep belli mekânlarda bulunur ve o mekânlardan da güç alırlar. Ona Batı’da da, “zamanımızın Çehov’u” gibi sözler ediliyor ya, bu benzetme doğru olmaz. O Çehov’dan da başka, tamamıyla kendisi olan, çok önemli bir yazar ve elbette tıpkı Çehov gibi, önümüzdeki en az yüz yıl boyunca düşüne taşına okunacak.
En Olmayacak Olayları Bile Kurguyla Sıradanlaştıran Bir İsim
Behçet Çelik
Alice Munro’nun öyküleri ilk anda dağınık gelebilir. Anlatıcı sayfalar boyunca anlattığı olayı bırakıp yıllar sonrasına atlayıverir ya da odaklandığı kişi değişir birdenbire; bu yeni öykü kişisinin kim olduğunu hemen anlayamayız, gelgelelim sayfalar sonra doğrudan ya da dolaylı olarak öykü kişilerinin yolları kesişir. Bir şeyler açıklık kazanır gibi olur, ama tam anlamıyla net bir sonuçtan söz etmek yine de zordur. Bu flu kalan kısımlar, kimi zaman hatırlamakta zorluk çekilen olaylar, kimi zaman açık seçik bir nedensellik kurmakta zorlanılan bağlantılar, soru işaretleri, şaşkınlıklar… hepsi birlikte hayatı oluşturuyordur. Her durumda öykülerin finalinde öykü kişilerinin “sevgili hayat”ları, akıl yürüterek çözümlenebilecek duygu ve davranışların yanı sıra sonsuza dek gizemli kalacak yanlarıyla ortaya konmuş olur. En olmayacak olaylar bile öykü kurgusunun dağınık yapısında sıradan bir olay halini alır – şaşırtıcı olayların içindeki sıradanlık ya da sıradan olayların içerisindeki şaşkınlık uyandıran ayrıntılar iç içedir ya da yer değiştirir Munro’nun öykülerinde. Bunda Munro’nun dil ve anlatımının da etkisi var; anlatımdaki sakinlik, satır aralarından duyurulan “hayat böyle bir şey işte” tesellisi, şaşırtıcı ya da dehşet uyandırabilecek anlarda bile belli belirsiz bir güven duygusu yaratır derinlerde.
*Yazarın, K24 web sitesindeki yazısından alınmıştır.