“İşinizi severek yaparsanız ilham da hayal gücü de peşi sıra gelir”
Çocuk edebiyatımızın üretken isimlerinden Gülşen Manisalı, kitaplarında emek, sabır, tüketim, teknoloji bağımlılığı, doğaya dönüş gibi temalara ağırlık veriyor. Okurunu kargocu, şef garson gibi alışılmadık başkahramanlarla ya da hikâyenin öznesi olmak için can atan bir çorapla buluşturan Manisalı, “Uyum yeteneği yüksek olanlar daha az stres yaşar ve daha kolay mutlu olurlar tıpkı Çorap Gonzo gibi” diyor.
KARGOCU KOZİ:
Kozi karakterinden “İşte okuldan yeni mezun, genç bir kargocu, Kozi! Çevik ve hızlı” diye bahsediyorsunuz. Burada biraz günümüz gençlerinin durumuna ironi ile değinilmiş gibi duruyor. Nasıl çıktı “Kozi” karakteri?
Bir karakter yaratmak benim için yazmanın en eğlenceli tarafı. Yarattığım karakterleri o kadar içselleştiriyorum ki ve benim dünyamda o kadar canlılar ki onlara karşı diğer canlılara karşı duyduğum hislerden fazlasını bile duyabiliyorum. Bu biraz şizofrenik bir durum gibi algılanabilinir ama onlar alternatif boyutta yaşıyorlar benim dünyamda. Bu durum hayal etmemi kolaylaştırıyor ve böylece şimdiye kadar bir çocuk kitabının başrolünde bir kargocu görmezken Kozi ile bu ilk oluyor. Kozi gibi gerçek hayatta var olan karakterleri başrole almayı seviyorum. Bu gerçeklikte matematik mezunu ve çok fazla empati kuran bir insan olmamın etkisinin olduğunu düşünüyorum.
Kozi ile günümüz gençlerinin durumuna değinmek gibi bir düşüncem hiç olmadı. Kozi çevik ve hızlı evet. Bunu söyleyerek kişilik özelliğini kısaca somutlaştırmak istedim okuyucular için. Çünkü işini çok seven, tüm enerjisiyle yapan bir emekçi Kozi. İsmine gelirsek anlaşılması akılda kalması için kargocuya uygun sesleri içeren bir isim seçmek istedim ve Kozi’yi bulduğumda gülümsedim.
Hikâyede, bilgisayarına bağımlı bir çocuğun eline yanlışlıkla geçen bir uçurtma kargosu var. Günümüzde de çocuklarımız bilgisayarlar yerine uçurtmalara mı kavuşmalı? Nasıl değerlendiriyorsunuz teknolojiyle aralarını?
Günümüzdeki çocukların hayatında akıllı telefon, tablet ya da bilgisayarlar yürümeye başladıkları andan itibaren var. Böyle olunca bilgisayarın yerine uçurtmayı elbette koyamayız. Bu kurguda amacım, söylemek istediğim son derece bağımlılık yaratan ve normalleştirilmiş bu araçlarla dengeli bir ilişki kurulabilinir. Doğada vakit geçirmek bunun en ucuz ve kolay yollarından biri. Bu yüzden karışan kargolarla çocuğun evden çıkmasını sağladım.
Çocukları teknolojiden biraz olsun uzaklaştırıp, onları hayata katmak için neler yapabiliriz?
Sanırım biraz önce bunu söylemeye çalışıyordum. Doğa. Doğa bizi her şeyden uzaklaştırıp ruhumuzu iyileştirir, yaratıcılığımıza katkı sağlar ve bütün bunları yaparken bizden hiçbir şey almaz. Çocuklar için doğadaki aktiviteleri daha çekici hale getirebiliriz belki. Doğada resim yapmak, kuş gözlemi, toprakla oynamak, bir dereye ya da göle gitmek, yerel pazarlar belki de sadece yürüyüş yaparken yüksüz yargısız çocuklarımızla sohbet etmek… İlk aklıma gelenler.
DANS AYAKKABILARI:
Dans ayakkabılarının en iyi olmasının tek bir sebebi var “sevgi ve sabırla” yapılması. Yani yaptığın işi sevmek. Günümüzde insanlar işini severek mi yapıyor mu sizce? “En iyi”nin altını emek ve sabırla doldurabiliyor muyuz?
İnsanların meslekleri ve işleri hayatının büyük bir bölümünü kaplarken gerçekten yaptığı işten mutlu olan çok az insan var. Bu dünyada elbette farklıdır ama bizim ülkemizde ne yazık ki durum bu.
Halbuki işin içinde sevgi ve memnuniyet olursa ilhamın da hayal gücünün de peşi sıra geleceğine ve bunun getirisinin özgün üretim olacağına inanıyorum “Dans Ayakkabıları”nda yazdığım gibi.
Her şeye çok çabuk ulaşıyoruz. Ama aynı zamanda elde ettiğimiz şeylerin kalitesinden, özensizliğinden de yakınıyoruz. Teknolojinin bu kadar da gelişmediği, eski zamanları içten içe özlüyor olabilir miyiz?
Özlemek mi bilmiyorum ama bu çağda değil de eski zamanlarda yaşasaydım sanki daha mutlu olurdum diye düşünüyorum ve ruhu yaşlı biri olarak eski zamanlarda geziniyorum. O dönemlere ait filmler, kitaplar, sanat eserleri kendimi iyi hissettiriyor. Bir taraftan olağanüstü hızlı bir teknolojik değişim çağında yaşıyoruz. Atalarımızın İnsanın ateşi kontrol etmesi ve yemek pişirmek için kullanması 2.4 milyon yıl sürmüşken sizce de biraz hızlı gitmiyor muyuz? Bu hızın daha da artacağını ve yapay zekâ ile her şeyin daha da değişeceğini düşünüyorum. Umarım dünyayı daha iyiye dönüştürmek için kullanabiliriz.
Hikâyenin sonundaki dans ayakkabıları gibi çocuklara önemli olan şeyin “sabır, emek” olduğunu nasıl öğretebiliriz, onlara bu değerleri nasıl kazandırabiliriz?
Sabretmeyi bilmeyen iki kız çocuğum olduğu için bu konuda ahkâm kesmek gülünç bir duruma düşürecek beni. Alfa kuşağındaki çocuklar yukarıda söylediğim gibi hızlı teknolojik çağda sabretme becerisine sahip olamıyorlar, onlar için beklemek çok zor ne yazık ki. Bu duruma yazarlık dışındaki kimliklerim üzerinden de kafa yoruyorum. Hem öğretmen hem de bir anne olarak şunu söyleyebilirim ki bu beceriyi geliştirmek için ailelerin de sabra ihtiyacı var. Bu konuda çocuklara iyi bir model değiliz trafik sıkıştığında bile arabada geçen sürede stres olurken arka koltukta oturan çocukları unutuyoruz belki de.
“Dans Ayakkabıları”nda öne çıkan emek kavramı hakkında alnımın akıyla ahkâm kesebilirim, işçi bir babanın kızı, edebiyat ve eğitim emekçisi biri olarak. Bu kavramı çocuklara öğretmek yerine fark ettirebiliriz bu daha kolay olur belki. Benim kızlarımda ve öğrencilerimde görmek istediğim ve gördüğüm, yaşamlarımızda her gün karşılaştığımız emek vererek evine, yaşadığı şehre ve topluma değer katan insanlara nazik davranmayı, teşekkür etmeyi, emeğe saygı göstermeyi biliyor olmaları. Keşke herkes bunun farkında olsa.
BOL KEPÇE LOKANTASI:
Küçük anlatıcımızın şef garson olan babası aynı zamanda bir hikâyeci. Bu hikâyeci şef garsonun anlattığı hikâyelerden nasıl dersler çıkarabilir genç okurlar?
“Bol Kepçe Lokantısı”ndaki garson baba benim aslında. Çocukluğumdan beri her şeyin hikâyeye dönüşebilecek taraflarını görür beni dinleyen oldu mu, uzun uzun anlatırdım.
Kitapta şef garsonun iyi bir hikâyeci olduğunu yazmak istedim. Amacım okurun ders çıkarması değildi ama şunu fark ettirmek istiyorum ben şimdiye kadar yazdığım metinlerde: Hiç kimsenin hayatı göründüğü gibi değil, insanların yetenekleri, kalpleri, ruhları dışarıdan görünenden farklı olabilir hatta yapmak zorunda kaldığı mesleğinin arkasına sıkışabilir. O yüzden bu hikâyede olduğu gibi, emekçi bir garson kendi dünyasında bir yazardır belki de.
Tüketim toplumu ve paylaşma esası… İkisi nasıl dengelenebilir? Hem hikâyede hem de yaşamda…
Çok güzel bir soru. Artık tüketim ihtiyacın çok ötesine geçerek hayatın merkezinde ve sadece ekonomik bir olgu değil toplumsal, kültürel ve psikolojik de. Kapitalist tüketim kültürü tüm dünyada baskın halde. İnsanlar tüketerek mutlu olabiliyor sadece. İşte bu noktayı değiştirerek dengeye varabiliriz. Kitapta vurgulamak istediğim buydu. Mutluluk hissini tüketimden değil de üretmekten, paylaşmadan ve dayanışmadan alarak.
Sokak hayvanları Kimyon özelinde nasıl huzura kavuşabilir? Bu konuda genç okurlara neler önerebilirsiniz?
Genç okurlar bu konuda bizden çok daha duyarlılar. Bu yüzden onlara değil de yetişkinlere hatta bazı belediyelere parmak sallamak isterim ki doğa sadece insanlara ait değil ve insanlar diğer canlılardan üstün değil.
ÇORAP GONZO:
Bir hikâyenin başkahramanı olmak için can atan çoraplar, bir çocuğun hikâyesini baştan yazacağını bilseydi kendi benliğinden vazgeçmeyi göze alabilir miydi?
Aslında hikâyenin başkahramanı Gonzo kendi benliğinden vazgeçmiyor. Herkes ya da her şey gibi o da değişiyor. Beklentileri değişiyor ya da yeni durumuna adapte oluyor. Bu hikâyeyi yazarken aklımda hep bu vardı. Değişen hızlı dünyada çocukların sahip olması gereken en önemli özellik bence uyum yeteneği. Gonzo böyle bir karakter. Hayatta her şey bir anda değişebilir. Yaşadığımız şehir, aile düzenimiz, okulumuz her şey değişebilir. Uyum yeteneği yüksek olanlar daha az stres yaşar ve daha kolay mutlu olurlar tıpkı Gonzo gibi.