Zeytin Dalı – Müge İplikçi ve Elçin Poyrazlar
Müge İplikçi: Zeytin Dalı’ndan herkese merhaba efendim. Bugün Elçin Poyrazlar’la birlikte olacağız ve Londra’ya uzanacağız. Elçin Poyrazlar, ODTÜ işletmeden sonra Belçika’da iki yüksek lisans yaptı. Ve ardından yurtdışında gazeteciliğe başlayınca akademik kariyerini yarıda bıraktı. Yirmi yıldır yerli yabancı birçok yayın kuruluşunda yer aldı. Bunların içerisinde Amerika’nın sesi, BBC, Cumhuriyet, Medyascope gibi yayınlar var. Gazetecilik dışındaki tutkusu ise polisiye yazmak. İyi ki öyle bir tutkusu var. Bugün de zaten onun 2018 yılında kaleme aldığı polisiye romanı Mantolu Kadın’ı konuşacağız. Diğer romanları “Gazetecinin ölümü”, ” Kara Muska” ve “Ecel Çiçekleri ” başlıklarıyla bizlerle buluştu. Aynı zamanda Elçin Poyrazlar İngiltere Polis Yazarlar Birliği’ne de kabul edilmiş değerli bir yazarımız ve evet, Merhaba Elçin Poyrazlar.
Elçin Poyrazlar: Merhaba Müge. Çok güzel sizlerle olmak yine.
Müge İplikçi: Bilmukabele ne zamandır buluşmak istiyordum, kısmet ancak bugüneymiş. Bir çırpıda okuduğum “Mantolu Kadın” daha sonra ona göz kırpan “Ecel Çiçekleri” ve Elçin Poyrazlar karşımızda. Ben heyecan içerisindeyim. Çünkü polisiye yazan bir kadın yazar gördüğümde bambaşka bir heyecan kaplıyor içimi. E doğruya doğru. Şimdi bu Mantolu Kadın’da hemen kahramanımız G’ye geçmek istiyorum. Çünkü özel bir karakter senin için de özel bir karakter. Onu da biliyorum. Gazeteciliğinle beslediğin tıpkı diğer kahramanlarda olduğu gibi bir karakter. Ve tabii ki “Anneler ve kızları” başlığı altında, ilk olarak bu kahramanımız G’yi sormak istiyorum sana. Nasıl bir ilişki var aralarında?
Elçin Poyrazlar: Evet, oldukça freudyen bir soruyla başladın Müge. Bu herhalde birkaç yüz yayının konusu olurdu. Evet, şimdi Mantolu Kadın, önce birazcık türünden bahsetmek istiyorum. Suç edebiyatı oldukça geniş bir yelpaze. Ve sadece polis olması gerekmiyor polisiye olması için, pek çok alt türü var. İşte mizahi polisiye olabilir, siyasi polisiye olabilir, bundan başka casusiyet olabilir. İskandinav polisiyeleri kendi başına şey. Domestic Noir denilen bir türü denedim ben Mantolu Kadın’da, elimin ilk değdiği farklı tür diyeyim. Çünkü ilk ikisi siyasi polisiye ya da casusiye türüne geliyor gidiyordu Gazetecinin Ölümü ve Kara Muska, orada mesela bir kahraman, baş kahramanım bir gazeteciydi, gazeteci kadındı. Şimdi bu benim için yeni bir deneyimdi ve bu 2012 yılından beri yurt dışında özellikle Amerika ve İngiltere’de çok rağbet gören bir tür Domestic Noir. Aslında biraz hani Domestic deyince kadını aşağılıyor muyuz gibi bir tartışma da olmuştu. Çünkü ilk ismi bunun Chic Noir , yani kız kara romanı gibi görülebilir. Ondan vazgeçilen Domestic Noir’a geldiler. Şimdi aslında Domestic Noir denilen bir şey, ev için ya da aile içi şiddete yönelen kadını merkeze alan, kadının kurban olduğu durumlarda polisiyeyi anlatan, cinayeti meselelere giren bir tür, öyle özetleyebiliriz. Elbette ki kadınlar ve işte kızlar ve anneler, kadınlar ve kızlar, artık onu nasıl kategorize ediyorsanız ev içindeki “kurban”, tırnak içinde kurban meselesini. Ben burada G’yi, ismin tabii ki romanın sonunda öğreneceğiz, kim olduğunu, neler yaşadığını, biz ölü bir kadının ağzından dinliyoruz ve o bize ölü kadının sesi, ölü kadının ifadesi nasıl ulaştı onu da polisiye yapıda izliyoruz. Oldukça, bence güncel bir roman. Hala bu kadar konuşulmasının işte sürekli arkadaşlarla, benim kendi kadın gruplarımla da konuşulmasının nedeni bu. Çünkü zaten şiddet, yani şiddetin ilk türü aile içinde başlıyor. Ve bu roman sadece erkek şiddetine yönelen bir roman da değil. Burada kadın şiddeti de var. Yani kadından kadına geçen, anneden kız çocuğuna geçen, abladan kız kardeşe geçen yani pek çok türünü görüyoruz. Ve o psikolojik şiddetin ne kadar aslında yaygın olduğunu ve psikolojik şiddetin bir basamak olduğunu diğer şiddetlere yol açan… Onu hissettirmek istedim romanda.
Müge İplikçi: Elçin onu çok net algılıyoruz zaten. Ellerine sağlık. Büyük bir heyecanla başlıyor zaten. Bu noktada komşu kadınlar ve dedikodularına da çekiyorsun bizi. Bu Domestic Noir’ın ne tarafına denk düşüyor Elçin?
Elçin Poyrazlar: Şimdi şöyle, biliyorsunuz zaten özellikle Türkiye gibi toplumlarda, doğulu toplumlarda diyelim, yaşadığınız zaman hiçbir zaman yalnız değilsiniz ve belli kurallar şablonlar çerçevesinde yetiştiriliyorsunuz. Ne kadar liberal bir ailede yetişmiş olsam da benim de öyle sınırlarla karşılaştığım oldu. “Bir kız çocuğu böyle yapmaz”, “kız böyle konuşmaz”, “kız böyle oturmaz”, “kız böyle giyinmez”… Ve şunu fark ediyorsunuz. Aslında onun ilk girdiğiniz andaki gruplar genellikle kadın grupları. Ya bu ablanız olabilir, komşu kızı olabilir, komşular olabilir, akrabalarınız olabilir. Aile içindeki kadınlar size bir bekçi görevi gibi yaklaşıyor ve diyorlar ki işte “sen şöyle yapabilirsin, böyle yapamazsın” ve bir denetim mekanizması kuruluyor her kız çocuğu üstünde. Ha, erkekler üstünde bu tür bir denetim mekanizması daha az oluyor. Onların üstündeki baskı çok daha farklı. İşte toksik erkeklik üstünden yürüyebiliyor, “erkek şöyle yapar”, “erkek şöyle davranır” gibi… Yani bir çeşit sizi tornaya sokma görevi görüyor bu gruplar diyeyim. Ama şimdi orada sakın kadınları suçluyormuşum gibi algılanmasın. O kadınların hepsi zaten aynı tornadan geçtiği için, yani erkek egemenliğin getirdiği kurallara uymak zorunda olduğu için, onlar da kız çocukları hayatta kalabilsin, zorluk çekmesin, başları belaya girmesin diye daha böyle korumacı bir şeyden yaklaşıyorlar elbette. Ama aynı şeyden, yine aynanın diğer tarafını göstereceğim. Bir de o arada isyan eden kadınlar var. Onları da asla yadsıyamam, onlardan ilham alıyoruz. İşte okuduğumuz kadınlar, gördüğümüz örnekler, başarı örnekleri -başarı derken para ve şan şöhretten bahsetmiyorum- yırtabilmiş, yani o kuralları ve şablonları yırtabilmiş kadınlar görüyoruz ve bunlar çevremizde de olabilir. Sen istediğini yapabilirsin. “Bırak git istediğini oku”, “istediğini yaz”, “istediğin hayalin peşinden git” diyen kadınlar da var orada, çünkü ezilmiş ve bir şekilde kendine yol açmaya çalışmış kadınlar. Bu yani ikili bir sistem diyeyim. Hem kadınları kurtarabilecek bir sistem, hem de kadınları baskılayan bir sistem. O yüzden ne kadar, bu işte komşu kadın, anne karşımızda bir duvar, yapı gibi oluşsada, e bir yerden kadınlar başka kadınlara tutunarak da çıkabiliyor. Ben birazcık bu romanda bundan bahsetmek de isterim.
Müge İplikçi: Eyvallah. Şimdi bir diğer yanda da karşımızda Başkomiser Aydın Andız var, onun geçmişi var. Bu noktada Elçin Poyrazlar olarak onu bize nasıl vermek istedin, yani veriyorsun da hani o süreci merak ediyorum. Bir erkek olarak yaralı bir erkek karşımızda. Kırılgan bir erkek buna karşın hala var olabilmiş bir erkek olarak da duruyor.
Elçin Poyrazlar: Evet, şimdi Müge ben şeyden çok sıkıldım, yani o yüzden de belki polisiye yazmaya başladım, böyle çok “bıçkın delikanlı erkek polisler” işte “vurdu mu oturtur” işte “lalı lulu” konuşur böyle sürekli bir erkeklik overdozu yaşayan bir piyasa var polisiye dünyasında biliyorsun. Ve çok bunaldım artık ben o tür toksik maskülen erkek karakterlerden. Yok mu yani böyle polisler yok mu? Olamaz mı? Kibar erkekler yok mu? kadınları seven erkekler yok mu? Elbette ki var. Tabii ki azınlıkta. O yüzden de Aydın böyle bir karakter. Biraz tırnak içinde “antika “bir adam. Antikayı şey anlamında kullanıyorum, yani tam anlamıyla kullanıyorum. Çünkü evindeki her şey antika. İşte anneannesinden kalmış, Eski İstanbul beyefendisi giyiniyor, hiçbir zaman o bugünün hani modasına uymak istemiyor, kimse zaten anlamıyor, hayatında kot giymemiş… Ve kadınları seven, gerçekten onlardan nefret etmeyen, kendisinde aşağılık kompleksi yaratmayan kadınlar olduğu için hayatında Aydın Andız profeminist bir erkek aslında ve travması olan bir erkek. Çünkü onu sonraki romanın sonlarında göreceğiz. Aslında büyük bir hatası diyelim ve suçu var, yani kendini çok suçlu hissediyor ve bu yüzden de yükselememiş rütbesi teşkilatta. Ve Aydın Andız’ı ben her ne kadar erkek karakterleri kullanmaktan kaçınsam da hep ışığı kadın karakterlere vermek istesem de çok severek yarattım. Biraz böyle şeydi, Muhsin Bey miydi filmin ismi? Onu bana hatırlattı oradaki şey. Yani o ince ruhlu gönül insanı ama bir taraftan da adalete hala polislik aşkına ve o tutkuya inanan bir adam. O yüzden de bence uygun olur dedim, bu farklı cinayetleri, yani çünkü ikili işliyor roman. Kadını okuyoruz, bir başka cinayetleri okuyoruz. Orada iyi bir denge oluşturur diye düşündüm.
Müge İplikçi: Şimdi peki o zaman sana şeyi soracağım, Ecel çiçeklerini referans vermesi anlamında, iki romanın birbirine bakan bir tadı var dedim ya. Benzerlikleri ya da ayrıştırmamız gereken noktaları, diyelim ki iki kitabı aldık ve bir arada okuyoruz nasıl bulabiliriz?
Elçin Poyrazlar: Aslında onu okur hemen seziyor Müge. Çünkü ikisi de aynı tür. Önce bahsettiğim gibi. Ecel Çiçekleri daha sert bir roman, Mantolu Kadın daha böyle psikolojik şiddet üzerinden yürüyen fakat tabii ki onun farklı aşamalarını gösteren bir roman ve iki kadının arkadaşlığı var, Mantolu Kadında. Fakat Ecel şeklinde de iki kadının arkadaşlığı var, ortaklığı var. Fakat orada farklı bir hedef var İki kadının yaklaşımları konusunda. Ecel çiçekleri tabii ki daha günümüzün romanı. Bugünün kadın cinayetlerine daha fazla dikkat çeken romanı. Ben o anlamda özellikle o seçimi yaptım. Yani bugünün Türkiye’sinde eğer böyle iki hayali kahraman kadın olsaydın neler yapardın? Ve bunları, bunların “çok büyük travması da olsaydı, neler yapabilirlerdi?” fikrinden yola çıkarak yaptım. Oradan da size, şey spoiler vermek istemiyorum…
Müge İplikçi: 2021’in Türkiye’si diyoruz sadece ve kadınlar diyoruz… Bu mağduriyeti aşma noktalarında ne yapabilirler? Bunu merak edenler okusunlar.
Elçin Poyrazlar: Evet. Hatta az çok şey yani hisler görülüyor kitabın arkasında da şeyleri var. Ama şöyle bir şey, ilginç bir soru bu, sorduğun soru. Çünkü bana bu daha önce sorulmamıştı sanırım. Şimdi Mantolu Kadın’da biraz “Thelma and Louise “şeyi var, isyanı var. Benim çok sevdiğim bir film o. Tabii ki birebir öyle bir şeyden bahsedemeyiz, aldı mı, aynı şeyi yapıyorlar falan. Ama orada bir esin var. Fakat Ecel Çiçekleri ise Thelma and Louise’den bir aşama üste çıkan kadınların hikayesi gibi düşünün. Artık oradaki kadınlar kaçmaya çalışıyor ve kurtulmaya, beraber kurtulmaya çalışıyorlar. Fakat diğer kadınların artık canına tak etmiş. Bir aşama üstüne çıkıyorlar ve intikam almak istiyorlar artık. Çünkü bence Türkiye’nin bu kadınlarının yaşadığı öfkeyi de iyi yansıtan bir durum. Kadınlar çok öfkeli ve gerçekten canlarına yetti. Yani bu kadar büyük bir kıyımın üstüne yaşamak için, hayatta kalmak için son bir seçenek var. O seçeneği de kadınlar daha iyi olduğu için, daha insani olduğu için ve daha az şiddetkar olduğu için kullanmıyor aslında. Yani aynı şeyler erkeklere yapılsaydı emin olun bugün bildiğimiz kanlı canlı sıcak bir savaş içinde olurduk.
Müge İplikçi: Evet şimdi o anlamda 2021’den de bir adım atıp, 2022’ye gelmek istiyorum ve sorularımı birleştirerek sormak istiyorum. Türkiye gazeteciler ve polisiye yazarları için bir cennet miydi aslında soru, senin söylediklerine daha yakın durabilecek bir başka soru da şu olabilir: Gerçekten bu kadınları bir sonraki kitapta ne bekliyor?
Elçin Poyrazlar: Yani yine cehennem bekliyor tabii ki de, onu tabii ki roman formatına sokunca bambaşka bir yere gitmek gerekiyor. Şimdi hem gazeteciler, hem kadınlar için Türkiye bir cehennem. Bu benim için malzeme anlamında cennet mi? Değil tabii ki. Çünkü hiçbir romancı “oh ne güzel insanlar da öldürülüyor” ya da “çok da haber var, ben bunu yapayım” diye oturup yazmıyor. Bu benim pandemi döneminde yazdığım bir romandı. Beni hasta eden bir romandı. Yani gerçekten bazı yerlerinde yani ağlamamak için, bağırmamak için, çok daha sert yazmamak için kendimi zor tuttum, neyse ki editörüm sağ olsun, Hülya Balcı Bayhan beni frenledi. Çünkü o zaman şöyle oluyor, bu bir katarsis oluyor. Yani benim öfkem var, benim bazı duygularım var ve benim onu boşaltmam gerekiyor. Ve o boşalttığım duyguyu da “okur ne yaparsa yapsın” demeniz gerekiyor. Bu böyle olmaz. Romancılığın başka yöntemleri var, bazı yazılmamış kuralları var diyeyim. Ve tabii ki onu daha roman haline getirip belli bir mesafeden belli bir soğukluktan bakmak gerekiyor. Şimdi malzeme olarak soruyorsanız bir polisiye, roman yazarı olarak, inanılmaz malzeme var Türkiye’de. Fakat şöyle bir dezavantajı var onun. O zaman yazacağınız şey inandırıcılığını kaybediyor çünkü yazdığınız şey çok daha hafif kalıyor. Yani Türkiye’de mesela bir Palu ailesi var, Yani Pınar Gültekin davası var, Şule Çet davası var, Münevver Karabulut var… Bunların her birisi benim asla belki de şiddet olarak düşünemeyeceğim boyutlarda, dehşet veren olaylar. O yüzden de yani gerçek her zaman kurguyu geçiyor. Ben sadece o gerçeğin arka planını, karakterlerin duygularını, o yaşanan dehşetin içindeki kurbanların hislerini yansıtabilirim gibime geliyor. Ama şöyle de bir ümidim var. Yani aman yeter ki Türkiye’de kadın cinayetleri dursun, ben yine uydururum, ben yine bulurum başka bir cinayet. Türkiye bu anlamda hem çok zor, polisiye yazar olarak hem de gazeteci olarak… Hem de bir taraftan inanılmaz malzeme veren… Çünkü suç artık kurumsallaşmış neredeyse, milli spora dönüşmüş bir kadın kıyımı var, bir suç, sistematik bir suç var. Onu yazmamak da bana çok lüks geliyor. Yani bu kadar büyük bir suç sistemi varken yazmamak onun yanından geçmek, işte bir malikanede dokuz kişi toplansın birisi ölsün, Hani Agata Christie tarzı yazmak da bana biraz tuhaf açıkçası.
Müge İplikçi: Bu Pınar Gültekin cinayetiyle ilgili Cumhuriyet’te kaleme aldığın dokunaklı bir yazın var ve diyorsun ki “Pınar Gültekin cinayetinin otopsi raporunu okuduğumdan beri kendimde değilim” …Türkiye odaklı düşündüğümüzde hakikaten kurgu ötesi bir gerçek var. Bu noktadan bakıldığında mesela İngiltere’de yaşayan bir insan olarak bunu anlatabiliyor musun oradaki insanlara?
Elçin Poyrazlar: Hayır çünkü şöyle oluyor konuşmalarımız Müge genellikle. Işte diyorum işte böyle olağanüstü bir dava olabilir mesela kadın cinayeti olabilir ya da başka hukuksuzluklar olabilir. Biliyorum işte tepkiler şöyle “bu kadar ceza indirimi aldı”.” Aaa diyorlar ki nasıl olur?” “Hukuk yok mu?”. Herkesin ilk sorduğu şey o. Yani ya da “hukuk nasıl uygulanmaz?” Ondan sonra o zaman şuna girmek zorundasın. Yani aslında Türkiye’nin bütün sisteminin altyapısının çürümüşlüğüne girmek zorundasın. Ve onu kavramaları…Yani tabii ki her ülkede demokrasi sorunu yaşanıyor. Şimdiki genel bir rüzgara baktığında bu her yerde var. Amerika’da öyle, demokrasi sarsılıyor. İşte biliyorsun bastılar kongreyi, ABD Kongresi’ni. İngiltere’de Boris Johnson hükümeti var. İnanılmaz büyük hukuksuzluklar, usulsüzlükler yaşanıyor. Mesela işte Covid zamanında yaptığı partilerle ilgili yasaklar falan. Genel bir kriz var. Demokrasi krizi var dünyada. Ama bizimkisi… Anlattığımız yer o kadar uçuk geliyor ki onu insanlara söylediğim zaman hemen şununla damgalanıyoruz: Oryantalist kafa yapısıyla damgalanıyoruz. Aaa diyor ki “zaten siz doğulusunuz”, yani bana bunu söylemese bile yani işte Türkiye, Pakistan, Orta Doğu ülkeleri, Afganistan falan hepimiz aynı torbanın içine girmiş oluyoruz. Ve ben de bu tabii ki büyük bir isyan yaratıyor çünkü Türkiye onlardan biri değil. Türkiye yüzünü batıya dönmüş olması gereken bir ülke, artık öyle değilse bile. Anlatamıyorum. Ya özetle sorunun cevabı evet anlatamıyorum çünkü anlamıyorlar.
Müge İplikçi: Evet, bu çok net. Buradan hemen şeye gelmek istiyorum. Bir polisin bir polisinin olmazsa olmaz hali senin kitaplarının neresinde duruyor? Bir diğer yandan da oryantalist bir yazar olma tehlikesi ya da etiketiyle de karşı karşıyayız. Hemen hepimiz için geçerli. Hem bunu istiyorlar hem de eleştiriliyoruz aslında. Tuhaf bir açmaz; bunu soracağım. Dengelemek gerekiyor falan ama bir yerden sonra o dengenin hakikaten ölçüsü kaçıyor. Nerelerde dengeleme mekanizması ve nasıl devreye giriyor?
Elçin Poyrazlar: Şimdi önce birinci bölümden başlayayım sorumu. Polisiyenin olmazsa olmazı çok basit suç olacak, ya da bir suç tehdidi olacak. Yani mesela benim en sevdiğim polisiye yazarlardan biri George Simenon psikolojik polisiyenin, gerilimin babasıdır. Hiç cinayet olmadan da polisiye yazabilmiş birisidir. Muhteşem bir kitabı vardır onun Novella’dır aslında. Bir yaşlı adamla yaşlı kadın, karı koca bunlar. Birbirlerinden nefret ederler ve sürekli onların biz notları üstünden iletişimi o kadar nefret ederler ki konuşmazlar. Birbirlerine tek kelime bile etmek istemezler. Notlar bırakırlar birbirlerine. Ve biz romanı yarım günde okuyabiliriz. Çünkü inanılmaz bir gerilim vardır. Ne olacak? Acaba kim kimi öldürecek gibi? Şimdi sonunu söylemiyorum, okumak isteyenler olabilir. Yani bir tehdit unsuru olmak gerekiyor. Bir suç mutlaka olması gerekiyor. Ama siz bir aşk hikayesini polisiye öğelerle anlattınız, sonra da işte kavuşamayanlar kavuştu. Bu polisi değildir. Mutlaka bir suç ya bu hırsızlık olabilir işte. Mutlaka bir gerilim olması gerekir. Ben polisiyenin gizemli yanlarını da katmaktan ve dağıtmaktan hoşlanıyorum romanlara. Ve benim için kendi kriterim yani romanı elinize aldığınızda eğer hayatınızda çok büyük bir kriz ya da başka bir şey yoksa bir iki gün, en fazla iki günde bitirmiş olmanız benim için ben kendi başarı kıstasım.
Müge İplikçi: Kırk sekiz saattir diyorsun.
Elçin Poyrazlar: Çok teşekkür ederim. Çünkü benim için o yani bir okuru yakasından yakala, romana sok. Başka hiçbir şey yapamazsın, başka hiçbir şey düşünemesin ve merak içinde kalsın ve okusun şeyi vardır. Tabii ki bu onu hafifletmek, dilini şeyi yok saymak, edebiyatı kenara atmak anlamında değil. Yani okuru irite etmeyecek bir biçimde bir yapı kurmak. Tabii ki polisiyenin dili farklıdır, çok ağır, edebi tasvirlere, ruh analizlerine giremez çünkü o zaman kopar, o başka bir şeye dönüşür. Ha bunu yapanlar yok mu? Elbette var. Benim tarzım bu. Her şeyin farklı bir, her yazarın farklı bir seçimi var.
Şimdi diğer dengeleme konusuna geldiğinde ise çok haklısın. Mesela benim Türkiye’deki yazarların çok azının İngilizce’ye ,İngilizce diyorum çünkü dominant İngilizce suç edebiyatı piyasasında var olmamasının nedeni de bu bence. Hem bir oryantalizm, yani o sonuçtur çünkü roman zaten batılı bir sanat, polisiye roman zaten batılı… Bu tür Edgar Allan Poe ile başladı, kabul edilen 1840’larda başlayan bir ebedi alt tür diyelim. Şimdi burada inanılmaz bir birikim var o birikimin üstüne zaten alt türler çıkmış. İşte İskandinav Polisiyesi gibi bambaşka yeni bir alt tür çıkmış. Onun üstüne Domestic Noir, onun üstüne dizilerde gördüğümüz fantastik polisiyeler… Yani oldukça büyük bir külliyat var diyeyim. Ve tabii ki Türkiye’de de var ama bizim his birikimimiz daha zayıf. Onun üstüne ekleyip yarışmamız çok daha zor. İlgi çekmiyor elbette ve oryantalist kafada bakılıyor yani. Hani eğer olacaksa hani karakter olacaksa ne bileyim karakter işte dokuz tane çocuğu olsun, kadın olmasın, işte erkek olsun, bıyığı olsun, ne bileyim bazılarında fes taksın… Hani anlatabiliyor muyum? O beklenti doğunun o egzotik çekiciliği romanlarda olsun ki birbirinden ayrılsın gibi.
Müge İplikçi: Demin dedin ya birikimimiz zayıf diye. Bunu toplumsal olarak otosansür ve sansüre bağlayabilir miyiz? Böyle bir denklem kurulabilir mi?
Elçin Poyrazlar: Tabii ki. Yani siyasi aslında polisiyeler var. Çok iyi siyasi polisiyeler var Türkiye’de. Hatta bugün yazan insanlar da var. Mesela Timur Soykan onlardan biridir, biliyorsun. Ama Şimdi sadece otosansür sansür dediğin nasıl diyeyim zaten roman çok az okunduğu için bir genellikle belli kısma hitap ettiği için… Mesela öyle bir araştırma var Türkiye’de roman okuyanın sayısı bir milyon falan yani seksen milyonluk ülkede inanılmaz az bir şey bu. Bir de romanı birazcık daha böyle hafifsiyen bir taraf var. Hani biraz daha işte şey okuyalım, herkes belgesel seyreder ya dizi seyretmek yerine, hani “roman okumayalım da” işte” ben hiç roman okumuyorum, hep kurgu dışı okuyorum”. Hani o tür bir yaklaşım da var. E polisiye zaten bunun daha da hor görülen türü, yani polisiyeyi edebiyat olarak kabul etmeyen hala çevreler var Türkiye’de. Yani “aman canım, Polisiye on paralık roman”dan başlayan bir süreç var. Hani o “ucuz romanlar”, Pulp Fiction dediğimiz romanlar. Yani onun saygınlığını kazanmak için gerçekten çok iyi tırmalamak, çok çalışmak ve hep çıtayı yükseltmek gerekiyor. Yani benim önümde kadın polisiye yazar olarak daha da büyük engeller var. O yüzden elli yıl geriden geliyoruz. Bu işten geçinebilme, para kazanıp ünlü olma demiyorum, geçinebilme yazar olarak ve bir şekilde kendini daha farklı gruplara, o dizi izleyen izleyicilerini tanıtma gibi, yani kitleye ulaşmada çok büyük sorun oluyor. Hem romancı olarak hem polisiye romancı olarak daha da fazla.
Müge İplikçi: Anlıyorum… Bu polisiye romanlar için ya da kurgular için zaman ve mekanın önemi var mıdır, bir zamansızlık üzerinden gitmez mesela. Mekansızlık desen o da bir soru işareti. Senin mesela Mantolu Kadın’da bizi hurra alıp götürdüğün bir taşra var. Bu mesela özellikle yapılmış bir şey, bunu soruyorum, bunu merak ediyorum. Taşra var bu özellikle yapılmış bir şey. Bunu soruyorum, bunu merak ediyorum.
Elçin Poyrazlar: Tabii ki. Yani şöyle, genellikle polisiye romanlar İstanbul’da geçer, yani Türkiye’dekiler. Tabii ki taşrada geçenler var, İzmir’de, işte, Karadeniz’de ya da başka illerde, ilçelerde geçenler var. Benim taşrayı seçmemin nedeni tamamen katilin işine gelmesi için çünkü onun bir gizli hayatı var. Onu sürdürebilmesi için ve karısını o çevreden, yani kendi çevresinden hani doğal olarak yetiştiği çevreden koparabilmek için. Ama bir de şöyle bir etkisi oldu tabii ki, onu da düşündüm. Ben taşrada büyüdüm. Bursa çevresinde büyüdüm. Oranın dinamikleri, şehrin dinamiklerinden çok daha farklı. Sizin üzerinizde doğal olarak hele bir kadın olarak, hele hele genç kız olarak zaten bir gözetim mekanizması var. Yani nasıl yürüdüğünüz, kiminle yürüdüğünüz, üstünüzde ne hangi kıyafeti taşıdığınız, bunların her birinin bir haber olarak ya da aynı gün içinde kocanıza, babanıza, abinize, eşinize gidebileceğini bilirsiniz ve o denetim mekanizması aslında kadınların hep üstündedir. Yani büyükşehirde de hissedersiniz onu. Fakat taşrada o kapalılık yani o baskıyı hissettirmek için kullandım. Evet dediğim gibi polisiye de zaman ve mekan çok önemlidir. Zaman baskısı da çok önemlidir ve ben bir yazar olarak onu kullanmak istedim. Mesela hemen işte bir günde çözülmesi gerekir ya da iki günde kaçması gerekir ya da katil bir daha saldıracaktır… Yani o zaman sınırı çok iyidir. Mekan sınırı da vardır. Orada mesela ona da “kapalı oda esrarı” derler. Çıkamayan bir yer, her şey kapalıdır ve cinayet işlenmiştir içeride, mesela Morgue Sokağı Cinayeti gibi. Bir de katilin nasıl girdiğini çıktığını bilmezsin, o zaman mekan sınırı da çok değerlidir. Yani ben orada taşrayı kendi domestic noir türüme uygun gördüğüm için kullandım. Ama mekanı başka türlü şeylerde de kullanabiliriz.
Müge İplikçi: Çok iyi oldu bu. Şimdi sınırlar, baskılar dedik. Elçin Poyrazlar’ı polisiye yazan bir kadın olarak sınırlayan dış etmenler ve iç etmenler neler onları merak ediyorum. Son sorum.
Elçin Poyrazlar: Tamam, kimseye ters bir laf etmeden söylemek istiyorum. Ben oldukça zorlandım. Polisiye zaten çok maskülen bir tür. Bugüne kadar baktığım bütün romanlarda i bu “hard boiled” denilen sert polisi, erkek polisi konusunda çok zorlandım diyebilirim. 1920-1930’larda başlayan, dili inanılmaz cinsiyetçi, kadınları ya famme fatal, ya da masum kutsal bakire sayan, ortası yok bir tür. Bütün kadınlar ya kurbandır, ya kötüdür yani erkeği baştan çıkarır. Ama kendi kaderini eline alamayan karakterler olur ve baktığın zaman bütün kahramanlar da erkektir, hezeyanları vardır, kadınlar onlara kötü davranmıştır ahtır vahtır falan filan… Bir kadın gazeteciyle başlayan ve cinayeti çözmek için kendini uluslararası bir entrikanın içinde bulunan bir kadın karakter yarattım. E tabii ki başta ciddiye alınmadı. Beni basmak isteyen kişiler de kadındı. Neyse ki. O yüzden de bir ihtimal, bir şey hani edebiyat dünyasında kadınların kadınlara açtığı yol, ben çok önemsiyorum, bir erkek editöre gönderdiğim zaman bana şöyle dedi mesela. “Bir kadın gazeteci böyle konuşmaz”. Erkek editör kadın gazetecilerin nasıl konuştuğunu biliyor! Bunlar tabii ki çok hafif tarafları. Ama bir kadının yazması bile başlı başına bir isyan. O kadının basılması başlı başına bir rahatsızlık nedeni. Hele hele polisiye. Erkek erkeğe bir araya gelen grupların içinde polisiye kadın yazarı okumak ve okutmak daha da zor. Bunu yapan, benden önceki insanlar var, neyse ki yolumuzu açan insanlar var.
Ama değişecek Müge. Hayatın, zamanın ruhu başka yönde akıyor. Bugün yani bu kadar çok konuşuyorsak kadın meselesi artık bir ihtiyaç olduğu için değil sadece. Artık yeni bir politik denklemin de geldiğinin habercisi olduğu için. O yüzden ben ümitliyim. Çok iyi kadın yazarlar var Türkiye’de. Polisiye kadın yazarlar var. O alanda da kendimize yol açacağız ve kadını anlatacağız. Yani ben hep şunu diyorum. Ben kadın gibi yazıyorum ve kadınları anlatıyorum. O yüzden de iyi şeyler bekliyorum. Öyle ümitliyim.
Müge İplikçi: İyi ki öyle yazıyorsun. Ellerine sağlık diyorum ve yeni kitaplarını da bekliyorum. Öyle söyleyeyim. Bu muhabbet devam eder bu konu uzun, derin konu çünkü. Tekrardan çok teşekkür ediyorum. Bu yoğun temponda bize zaman ayırdın. Mantolu Kadın hakikaten çok güzel, sistematik olarak yazılmış. Okurken heyecanla okunan satırlarla dolu bir kitap. Ellerin dert görmesin.
Elçin Poyrazlar: Çok teşekkür ederim Müge. Çok güzeldi sizinle olmak.
Müge İplikçi: Bilmukabele diyorum tekrardan ve bitiriyorum.
Deşifre: Zeynep Asutay