1974, Ankara doğumlu. Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden 1997 yılında, İstanbul Üniversitesi İspanyol Dili ve Edebiyatı bölümünden ise 2018’de mezun oldu. Yüksek lisansını Eğitim Yönetimi ve Denetimi alanında yaptı. İngiltere, İspanya ve Arjantin’deki çeşitli dil okullarında eğitim aldı. 2017 yılında Cambridge Üniversitesi’ne giderek İngiliz edebiyatının farklı dönemleriyle ilgili derslere katıldı. Türkiye Yayıncılar Birliği tarafından düzenlenen editörlük, düzeltmenlik ve lektörlük programlarını tamamladı. 2001’den beri öğretim görevlisi olduğu Marmara Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulu’ndaki görevini sürdürmektedir. Kendisi aynı zamanda üç Javier Cercas romanına emek vermiş, çiçeği burnunda bir çeviri editörüdür.

“Avrupa’da olağanüstü sayılan her şey, Latin Amerika’da günlük hayatın ta kendisidir.”

Alejo Carpentier

 

Merhaba, Murat Bey. Bize biraz kendinizden bahseder misiniz? Kimdir Murat Tanakol?

Merhaba. Altmış beş yaşına doğru yürüyen bir hayalperest olduğumu düşünmek hoşuma gidiyor. Geriye bakınca kendime dair söyleyeceğim, bana önemli görünen şeyler arasında edebiyat tutkum ilk sıralarda geldiği için böyle diyorum. Okumayı öğrendiğim zaman ilk farkına vardığım buydu. Küçük bir taşra kentinde rutin yaşam, bana hep sıkıcı geldi. Ben de, romanlardaki maceraların hayaliyle yaşamımı renklendirdim. Çizgi romanlara tutuldum. Sonra iki büyük şehirde, Kabataş Erkek Lisesi ve Mülkiye’de, altından kalkamayacakları kadar ağır yüklerin altına kendilerini atan o hayalperest gençliğin arasına karıştım. Sonrasında, iş hayatının sıkıcılığında edebiyata daha da sarıldım.    

Yine de, benim için Güney Amerika; ilkokulda Kolomb ve Macellan isimlerini duyduğum ilk günden beri, bilinmezlerle dolu o kıtaya yaptığım hayalî yolculukların ve sonraları, yalınlığına imrendiğim hayatları önüme seren, kalemi güçlü Güney Amerikalı yazarların elinden çıkma romanların yol gösterdiği bir dünyaydı. Ama aynı zamanda hayal ürünü sandığım o hayatların kanlı canlı gerçekler olduğunu, kıtanın “öğretilen” tarihi dışında, tıpkı o romanlardaki gibi bir yaşam zenginliği olduğunu kaleminden öğrendiğim Eduardo Galeano’nun dünyasıydı. Ve şimdi, artık hepsinin bir arada, hayallerimin gidişatına el koyduğu kişisel tarihimin dünyası, parçası olduğum bir dünya hâlini aldı Güney Amerika.    

İspanyolcadan dilimize birçok eser çevirdiniz. Neden İspanyolca? 

Benim çevirmenlik deneyimim esas olarak edebî eser çevirisi. Öğrenim hayatım boyunca, İngilizce bize hep zorunlu yabancı dil eğitimi olarak dayatıldığı için o dilden nefret ettim. Zamanla dil öğrenmenin, aslında farklı bir kültürü tanımak olduğunu aklıma ilk düşüren soruyu, yine Güney Amerika’yı düşünerek sordum. Nasıl oluyordu da Güney Amerika insanı, ona asırlar boyu zulmetmiş yabancı egemenlerin dilini benimseyebiliyordu? Bu anlamda İspanyolcayı, amiyane tabirle “içinde boncuk aramak” için öğrenmeye karar verdim. 

Birkaç yıl sonra Türkiye’ye Şilili bir yazar geldi. Türkiye’de değerinin hiç bilinmediğine inandığım ve bana göre Gabriel García Márquez kadar değerli bir yazar, bir Mapuçe: Luis Sepulveda. Onun söyleşisine katıldım. Yukarıda sorduğum soruyu ona sordum (Soruyu biraz da “Onu gıcık eder miyim?” diye, provoke etmek için sormuştum. Belli ki, her şeyi bildiğini sanan ben, onu ezerek kendimi göstermeyi kafama koymuşum. O zamanlar kendisinin, Salvador Allende’nin ölümüne dek yakın korumalarından biri olduğunu bilmiyordum. Bilsem boynuna sarılırdım). Ama daha iyi bir şey oldu: Ezilenlerin, ezenlerin dilini nasıl kendi kültür teknelerinde yoğurduklarını, kendilerine has kıldıklarını, Márquez’le yedikleri öğle yemeklerinden anekdotlar ekleyerek anlattı ve beni ezdi, geçti. O zamana dek günde 14-16 saat İspanyolca çalışıyordum. O günden sonra Güney Amerika’ya gitmeyi ve Sepulveda’nın bana aktardığı o kültür mirasını, tanıdık tanımadık herkese aktarmayı kendime amaç edindim.    

Yirmi iki yıllık bankacılık hayatından sonra, çeviri dünyasına girmeniz nasıl oldu?

İspanyolcayı kırk dokuz yaşımda ve konuşmak için değil, çeviri yapmak için öğrenmeye başladım (Bunun da ne büyük bir yanlış olduğunu sonradan anladım). Ardından, amacıma yönelik yeterli deneyimi Türkiye’de kazanamadığımı hissedip İspanya’ya gitmeye karar verdim. Orada İspanya İç Savaşı’na dair bir çizgi roman bulup (Bugüne dek çıkmış olanların %80’ini okumuşumdur herhalde) ilk onu çevirmeyi kafama koymuştum. Epey okuduktan sonra isimsiz bir yayınevinden yeni çıkmış bir çizgi romana, Antonio Altarriba’nın senaryosunu yazdığı, Kim’in çizdiği “Uçma Sanatı”na rastladım. Okur okumaz vuruldum. Türkiye’de yayıncı bir arkadaşımı, eserin haklarını alması için zorladım. O, kitabın yayın hakkını alıp ben de çevirmeye başladıktan birkaç ay kadar sonra, “Uçma Sanatı” İspanya’da yılın çizgi romanı ödülünü kazandı ve kısa süre içinde Avrupa’da en çok satan çizgi romanlardan biri oldu. Ama Avrupalılar kitabın farkına vardığında “atı alan çoktan Üsküdar’ı geçmişti”. İlk çevrildiği dil Türkçedir. Anlayacağınız, bankacılıktan çeviri dünyasına dönüşüm, şarkı sözü gibi (en azından benim için) “muhteşem oldu”.    

Hangi yazarların kitaplarını dilimize kazandırdınız? Bu yazarlar içinde en sevdikleriniz kimler oldu? Kimlerin eserlerini çevirirken zorlandığınızı hissettiniz?

Antonio Altarriba’nın senaryosunu yazdığı üç çizgi roman çevirdim. Ayrıca Paco Roca’nın “Ev” adlı çizgi romanını çevirdim. Çizgi romanlar dışında Alejo Carpentier’in “Bu Dünyanın Krallığı” ve “Aydınlanma Çağı”, Marian İzguirre’nin “Pek Çok Kışın Ardından” ve Antonio Muñoz Molina’nın “Merdivendeki Ayak Seslerin” isimli romanlarını çevirdim ve sanırım bu ay içinde Molina’dan çevirdiğim ikinci roman da SİA Kitap’tan çıkacak. Kurmaca dışı olarak da, Ricardo Piglia’nın “Kurmaca ve Eleştiri”sini çevirdim. 

Altarriba ve Carpentier, çevirirken en sevdiğim yazarlar oldu. Ricardo Piglia da çok sevdiklerimden. En zorlandığım yazar ise Alejo Carpentier’dir. Bir laf cambazı, yarattığı kimi sözcükleri İspanyol Kraliyet Dil Akademisi gibi tutucu bir kuruma bile kabul ettirebilmiş bir edebiyatçı, yarıda bıraktığı mimarlık eğitimiyle benim diyen Yunan / Roma mimarisi uzmanını yaya bırakacak bir uzman, dünya çapında bir klasik müzik ve opera eleştirmeni, her edebî eserini aynı zamanda bir müzikal form üzerine oturtmayı başarabilmiş nadir bir yazar, barokizmi bakımından Cervantes’le yarışabileceğine inandığım bir deha…  

Çevirilerinizdeki kaynak dil hep İspanyolca oldu, değil mi? Kaynak dilden değil de, ara dilden yapılacak bir çeviri teklifi gelse kabul eder misiniz? Ara dillerden yapılan çeviriler hakkında ne düşünüyorsunuz?

Geçmişte, orijinal dili Fransızca olan bir çizgi romanı (“İstasyon Sokağı No: 120”) İspanyolcadan çevirip kendimi rezil ettim. İspanyolca çevirisi zaten berbattı, ben onu daha da berbat ettim. Kendim için deneyim sayacağım bir şeyin, başkaları için travma olacağını düşündükçe ürperiyorum. İkinci kez asla yapmayacağım. Türkiye’de ara dilden çeviriler genelde İngilizceden yapılıyor. Doğru bir analoji olur mu bilmiyorum ama, bir İspanyolun karnıyarık yapmayı benden İngilizce dinlemek isteyeceğini sanmam. Ben de Márquez’i ya da Borges’i İngilizceden çevrilmiş hâliyle değil, İspanyolcadan çevrilmiş hâlde okumayı tercih ederim. Zaten belki artık onların da, kendi dillerinden çevrilmesinin zamanı gelmiştir.    

Deneyimli bir çevirmen olarak, çeviriyi nasıl tanımlarsınız? 

Kendimi deneyimli bir çevirmen olarak görmüyorum. Deneyimsiz bir çevirmenim. Yüz küsur kitap çevirmiş bir İlknur Özdemir ya da Roza Hakmen karşısında, on kitap çevirmiş birini nasıl tanımlarsınız? Az ya da çok kitap çevirmek, bence çevirmeni “iyi” ya da “kötü” yapmaz ama “deneyimli” ya da “deneyimsiz” kılar. Kriterim bu. Çeviriyi de bu eksende, ecnebi bir kültürün ulusal kültüre aktarımı olarak görüyorum.  

Çevirmeyi çok istediğiniz, içinizde ukde kalan bir edebî eser var mı? 

Çok var. 21. yüzyıl, kadın mücadelesinin yükselişinin sahnesi. Hangi ulusal kültürden beslenmiş olursa olsun, geçmişten bu yana erkek egemenliğine karşı verdiği iktidar karşıtı mücadele kültürünü tanımaya ve tanıtmaya çalışmak, benim kişisel olarak verebileceğim desteğin zemini. Onun için önümüzdeki süreçte daha çok, kadın yazarları çevirmek istiyorum. Bunlardan biri Elena Garro. Şebnem İşigüzel, İspanyolca konuşulan dünyada çok sevileceğine inandığım bir yazar. Kadın yazarların yanı sıra Luis Sepulveda, anısını hep yaşatmak istediğim bir yazar. Borges’i çevirmeyi de çok isterdim ve bir gün çevireceğim ama kendimce bir nedenden ötürü, onu anlayabilmek için önce İngilizcemi geliştirip okumak istediğim yazarlar var.  

Bu mesleğin en büyük zorlukları nelerdir sizce?

Edebî eser çevirisi ciddi bir özen, disiplinli bir çalışma gerektiriyor. Sonuçta, bir kültür ile diğerini ilişkilendirmek söz konusu. Bir de sürecin ticari boyutu var. Piyasanın anarşik işleyişi, çevirmeni ister istemez hayalleriyle gerçek arasında gidip gelirken yayıncılık piyasasıyla sık sık “papaz olmaya” zorluyor. Bana göre zorluklar bunlar.     

İyi dil bilmek, çeviri yapmak için yeterli midir? Neden?

Bilmiyorum. Benim yaptığım şu: Bir kültüre diğerini aktarıyorum. Okur, o kültürle niçin ve nasıl ilişkilenmek istiyorsa benim çevirdiğim eseri o eksende okuyor. Bazen beklediğini buluyor, bazen bulamıyor. Suçu bende bulursa onun bakış açısıdır, bir şey diyemem. Beklediğini bulursa onun adına sevinirim. Bu anlamda sadece çevirilerimle ilgili yorumlar değil, tüm çevirilerle ilgili okur yorumları bana çok şey öğretiyor. Ben de çok okuyan biriyim ayrıca.   

Kaç yıldan beri Buenos Aires’te yaşıyorsunuz? Buenos Aires’i tercih etmenizdeki sebep ne oldu?

Altı yıl oldu. Başlangıçta daha ucuz göründüğü ve bir göçmen ülkesi olduğu içindi. Şimdi biraz hayıflanıyorum tabii. 1900’de Buenos Aires’te okuma yazma oranı %75 idi ve bu, o tarihte dünyanın başka hiçbir şehrinde olmayan bir şeydi. “Keşke o tarihlerde Arjantin’de yaşamaya başlamış ve şimdi 120 yaşlarında bir delikanlı olsaydım,” diye hayıflanıyorum.   

Türkiye’deki edebiyat dünyası, Arjantin’den bakıldığında nasıl görünüyor? İki ülkenin edebiyata yaklaşımı arasında ne gibi farklılıklar var? 

Sorunuzu somut konular üzerinden yanıtlamaya çalışayım: Nobel ödüllü bir yazar, yeni bir kitap yayımlayacağı zaman bütün cihanda edebiyat âlemi nefesini tutup beklemeye başlar. “Edebiyata yeni olarak ne getirecek? Kendini aşacak mı?” diye. Eğer Türkiye’de “edebiyat dünyası” dediğiniz şeye; örneğin, yakın tarihte bir gazetecinin, hem de Nobel ödüllü bir yazarın son romanında veba ile mücadele eden ana kahramanlardan birinin adının Kâmil, karısının adının Zeynep oluşundan bin bir şey çıkaracağına (mesela, onun Zeynep Kâmil Paşa olduğunu düşüneceğine), o kurmaca kahramanın aslında Türk ulusunun önderi olduğunu savunup yazarın romanda ona hakaret ettiğini iddia edişi ve buna edebiyat dünyasından ciddi bir karşı çıkış gelmeyişi de dahilse, Arjantin’den bakınca Türkiye’deki edebiyat dünyasında İttihat-Terakki kışlasından başka bir şey görünmüyor diyeceğim. 

İki ülkenin edebiyata yaklaşımına ise iki açıdan bakıyorum: entelektüel bakış ve ticari bakış açısından. Ticari bakış açısından iki ülke arasında ciddi bir fark yok. Çok satacak kitap basma uğruna heba edilen edebiyat, dünyanın her yerinde aynı acımasızlıkla sürüyor. Entelektüel bakışı değerlendirdiğimde ise, son yıllarda Arjantin’de dünya çapında yeni kuşak yazarların ortaya çıkışıyla (Samanta Schweblin, Mariana Enriquez ve Guillermo Martínez ilk akla gelenler) görünür hâle gelen bir entelektüel zenginlik var. Kurmacalarında öne çıkan dehşet, korku ve polisiye unsurlar; Edgar Allan Poe’nun kurmaca perspektifini çok iyi yoğurarak hazırlanmış. 

Arjantin’de ayrıca, üçüncü cinsin edebiyat deneyimine verilen önem de giderek artıyor. Kadın mücadelesi deneyimleri bakımından ise sanırım Claudia Piñeiro, zaman içinde duyacağımız isimlerden. 

Hikâye türü, Arjantin’de çok benimsenmiş bir tür ve elbette büyük ustalık gerektiriyor. 

Eskilerden ise Türkiye’de fazla bilinmeyen Roberto Arlt, Juan José Saer gibi farklı yazarlar zaten ayrı bir ekol ve okurlarının hiç terk etmediği yazarlar.   

Yayınevlerinin istediği her kitabı çeviriyor musunuz yoksa üstünde çalışacağınız eseri seçmek için belirli kıstaslarınız var mı?

Çoğu kez kendi seçtiğim kitapları çevirdim. Ama bu “çoğu kez”in oranı, çeviriler arttıkça düşüyor. Bunun iki nedeninden biri, benim “Hayır,” diyemediğim durumlar olması; diğeri de, çevirmeyi özellikle seçtiğim, eserleri Aydınlanma eleştirisini temel alan yazarların azlığı. 

Ben “Aydınlanma”nın, bizzat fiziki ifadesinde tanık olduğumuz kör edici aydınlığın, “Gerçeklik nedir?” sorusuna cevap arayan insanın önündeki başlıca engel hâline geldiğine ve aydınlanmacı rasyonalizmin çıkarları doğrultusunda o kör ediciliğe yaslanarak insanlığı otomobil farı görmüş tavşana döndürdüğüne inanıyorum. İlk kıstasım bu. İkinci kıstasım ise, son dönemde erkek egemenliğine karşı iktidar karşıtı kadın mücadelesinin 21. yüzyıla damga vuran büyük potansiyeli. Bunu kavradığım ölçüde “Eğer yaşanacak bir aydınlanma varsa kadın mücadelesindedir,” diyecek kadar körleştim. Ancak erkek doğam itibarıyla, geçiciliğinden emin olduğum bu körleşmeyi bile bile kabul ediyorum. Çünkü sonunda, geriye hiç olmazsa koşulsuz desteğimin tortusu kalır da, belki işe yarar.   

Başarılı bir çeviride, editörün rolü nedir sizce? Bu bağlamda editör / çeviri editörü ayrımı hakkında ne söylersiniz? 

Bana göre edebî çeviri; eserin yayımlanması sürecinde, hamalından editörüne bir ekip çalışmasının safhalarından biri. Tek başına yaptığınızın fazla bir önemi yok. Ekip çalışması ne kadar iyiyse, kitap da o kadar başarılı oluyor. Ekip çalışması yoksa çevirmenin yaptığı, hiçbir işe yaramaz. Editörün rolüne de öyle bakıyorum. Kitabın üretimindeki her unsurun özel önemi, yaptıkları işin birbirine bağımlı oluşundan doğar. “Kişileri değil de, eseri öne çıkaran bu bağımlılıktır,” diye düşünüyorum. Onun için de bana göre çevirmenin de, editörün de iyisi kötüsü olmaz; deneyimlisi, deneyimsizi olur. 

Dar anlamda editör, çevirmenin yoldan çıktığını fark edemediği tümsekleri yukarıdan gören kişi. Çeviri, zaman geçtikçe insanın eline yapışan bıktırıcı da bir uğraş olduğu için, çoğu kez çevirmenin gözüne görünmeyenleri görecek, dışarıdan ve deneyimli bir göze ihtiyaç var. Elbette “editörün rolü”, daha geniş bir pencereden de bakılmayı hak ediyor. Kültürel aktarımın ideolojik köşe taşlarını yerleştiren, teyel dikişinin üstüne ince dikişi geçen editoryal çalışma. Ama o tartışmanın yeri burası değil.     

Bu çerçevede diyeceğim o ki, çarkın neresinde olursam olayım, ekip beni sahiplenmese de ben onları sahiplenmek zorundayım. Kültür aktarımı sadece “laf çevirmek”le ya da “iki lafın belini kırmak”la olmaz bana göre. İnsanlar olarak birbirimize ne denli muhtaç olduğumuzu bildiğimiz anda başlar. İlgisiz şeyleri aynı sepete toplamaya çalıştığımı düşünebilirsiniz. Söylemek istediğim şu: Kendi kültürümüzü nasıl yaşadığımızı bilelim ki, o kültüre neyi aktarmaya niyet ettiğimizi kavrayalım. Örneğin milliyetçilik, somut varlığı olmayan ve ancak inanıldığı takdirde yaşatılabilecek bir kültür. Onu yaşatmak için lafla peynir gemisi yürütmek yerine, insani bir dayanışmayla pekiştirmek her zaman daha çok iş görmüştür. Bir üretim sürecinin parçaları, ancak ekip hâlinde çalışılırsa ürün bütünlüklü bir hâl alıyor yoksa her bir ekip üyesine ait işin farklı renkte göründüğü yamalı bohçaya benziyor. Benim deneyimim bu.       

Çevirmen olarak, sizin içinizde de zaman zaman kitap yazma aşkı depreşiyor mu?

Ricardo Piglia’nın çevirdiğim eseriyle ilgili olarak kaleme aldığım bir yazıda bundan söz etmiştim. O yazıyla ilgili bir link buldum. Belki işinize yarar: https://www.edebiyathaber.net/cevirmeni-murat-tanakol-kurmaca-ve-elestiriyi-anlatiyor/

 

Hem kendim hem de dergim Mikroscope adına çok teşekkürler, Murat Bey…