Nazlı Eray’ın Hayatımın Müsveddesi adlı son kitabıyla ilgili olarak, soyut âlemin dehlizlerinde buluştuk. Sesli bir “Whatsapp” buluşmasıydı bu. O, hasta yatağında, gecenin bir vakti, sorularımı yanıtlamaya hiç üşenmedi. Var olsun. 2025 için bizlere sunduğu bu kitabını da, hiç kuşku yok, diğerleri ile birlikte kalbimizde taşıyacağız.
Merhaba Nazlı Hanım.
Merhaba sevgili Müge. Nasılsın?
Vallahi iyiyim ben. Sizi merak ediyorum. Aklım sizde. Öncelikle çok teşekkür ediyorum. Doktorunuzun dediğine göre, geçirdiğiniz kazadan sonra kemiklerinizin yeri değişmiş! Bu nasıl oldu?
Müge seni yerim! Geçen yıl seni gördüğümde Baylan Pastanesi’ndeydik, yılın son günleriydi ve ben Noel Baba peşindeydim! Üç tane Noel Baba aldım, Bodrum’a getirdim. Onları koltuğa oturttum… Noel Babalara “Bana dikkat edin babalar.” dedim. Ondan sonra çok güzel kutlamalar yapıldı. Benim sanat hayatımla ilgili burada, Bodrum’da okurlarımla buluşmalar, etkinlikler derken, ertesi gün dümdüz yolda, havada bir takla atarak düştüm omzumun üstüne. Otomobil kazası gibi bir şey…
Çok çok geçmiş olsun diyorum ve bu hâlinizle benimle söyleşi yapmayı kabul ettiğiniz için bir kez daha teşekkür ediyorum.
Rica ederim. Neşem gayet yerinde. Seninle konuştuğum için mutluyum. İnsanın her türlü anı olabilir. Belki de bu, bizim yaptığımız en güzel röportaj olur.
İnşallah diyerek ilk sorumu yöneltiyorum size. Bu güzel kitapta bizi özellikle bellek ve geçmiş zaman noktalarına taşıyorsunuz. Hemen bunu sormak istiyorum. Bellek ve geçmişle kurduğunuz bağ nedir Nazlı Hanım?
Bellek çok önemli. Bellek düşünce, anımsama, muhakeme değil mi? Ve beyninin içinde biriktirdiklerin, ondan sonra eğitiminin sana verdiği süzgeçten geçmiş bilgiler, onları kullanman veya kullanamaman, hayatın farkında olman veya olmaman… Bütün bunlar bana sorarsan bellekle ilgili. Bellek nedir? Örneğin, “Benim belleğim bozuk, hiçbir şey hatırlamıyorum” derler. “Belleğim iyi değil, gençliğimi yaşamadım” diyenler de var. Ondan sonra zaman… Zamanı da söyleyeyim sana. Müge, bir Alzheimer hastasının zamanı var mı? Bir demans hastasının zamanı var mı? Küçük bir çocuk için zaman var mı? Dağlar, tepeler ve nehirler için zaman var mı? Acaba zaman gerçekten var mı? Bazen düşünüyorum, belki de zaman yok. Acaba birçok şeyi yarattığımız gibi zamanı da mı biz yarattık? Zaman geliyor mu, zaman geçiyor mu? Hani böyle zaman nehir gibi akıyor, gidiyor… Yoksa zaman bir şelale gibi bizim üstümüze mi geliyor? Yoksa dünya tersine mi döndü şu anda? Her şey başka türlü mü oldu? Bir zamanı mı devirdik biz? Eğer varsa, yani bir dünya yok olduysa, yeni bir dünyanın içindeyiz. Bazen bunları düşünüyorum, zamanla ilgili yorumlarım bunlar. Ben zamanı nasıl anlarım biliyor musun? Bunu bir insanın yüzünden anlayabilirsin. Ancak yüzündeki çökmeler onun çektiği acılardan, ıstıraplardan, streslerden, sevinçlerden, duygulardan, karşısındakinin duygusuzluğundan kaynaklı olabilir. Oksijenden de olabilir. Yani zaman bunların bir parçası mı, bilmiyorum. Bir ağacın kabuğunda zamanı görebilirim. Bir ağacın kesiğinde görebilirim. Bir kumun savruluşunda bile görebilirsin biliyor musun? Veya eski bir yaprağın üstünde…
Tüm bunları bu kitapta özellikle mi kullanmak istediniz?
Evet. Zamanı, mekânı, anıları, rüyaları… İnsanın hayatını küçültüp büyütmesini. Bir Amerikan dolarının gücünü. Bir türbe bekçisinin hayatının içine çıkışını. Doların üstündeki resim olarak bütün dünyayı gezmesini. Bir çılgın şoförün rüşvet olayını “Bakan Bey kazara yüz dolar düşürmüş yine arabada” diye yorumlamasını. Ondan sonra TOKİ evlerini…
TOKİ evleri deyince karşımıza Ali çıkıyor. Ali ve TOKİ evi. TOKİ evi epeyce bir bölümde geçiyor.
Ve kişilerden de biri oluyor.
Onu da sorayım. Ali ve TOKİ evlerinin bu kitaptaki yeri nedir?
Ali benim şoförüm olduğu için hayatımdaki yeri çok büyüktü. Ama sonunda biz bozuştuk onunla. TOKİ evi Ali’nin idealiydi. Yani TOKİ evi Ali’ye diyordu ki; “Sen benden vazgeçemezsin. Ben senin her şeyinim. Ben senin istikbalinim. Ben senin hayatınım. Ben senin umudunum. Ben senin karınla baş başa oturabileceğin bir evim. Senin Ankara’da sekiz kişi oturduğun gelininin evinden ayrılışının kutlamasıyım.” Yani TOKİ evinin vaatleri müthiş.
Bir de tabii Ali’nin ispritizma seansları var.
Tabii, Ali’nin ispritizma seansları var. O müşterek bellek odacı… Çok işlevsel… Ali her şeyi yapıyor.
Bunlar hayatınızdan enstantaneler, değil mi?
İsimler dışında her şey doğru.
Nazlı Hanım, kitapta bizi İtalyan yazar Luigi Pirandello’yla da karşılaştırıyorsunuz. Onunla konuşurken bizim kahramanımız, “Ben bir Stromboli’yim” diyor. Bunu açmanızı isteyeceğim sizden.
Ben Stromboli’yim, ben gerçekten bir Stromboli’yim ama. Yani bir yanardağım. Şu anda patlamak üzere olan bir yanardağ var Ege’de, çok yakınımda. Stromboli de öyle bir yanardağ. İçinde duruyor, duruyor, tütsüler, dumanlar içten içe yanıyor, üzülüyor, sonra birden patlıyor, her şeyi bırakıyor Santorini’deki gibi.
Bu zamanımıza çok denk düşmüş durumda… O hâlde onu sorayım: Nazlı Eray olarak bu noktada nerede duruyorsunuz? Siz de bir yanardağ mısınız patlamak üzere olan?
Vallahi ben hem bir yanardağım hem de bir Paganini’yim. Yer yer, zaman zaman… Paganini de çalıyor, çalıyor, çalıyor; çalıyor da çalıyor asillere… Sonra kemanın bütün telleri kopuyor; bling bling, ondan sonra eşek anırmaları yapıyor, izleyenlerin hepsi de horul horul uyuyor.
Kitapta kimi satırlar arasında Nazlı Eray’ın bu şekilde dolaştığını düşündüm.
Bu şekilde dolaştığım zamanlar olmuştur.
Kitapta yalnızlık üzerine bol bol vurgu var, anne babaya dair çok büyük bir özlem var. Şehirlere dair yine çok nostaljik bir aşk var.
Aşk var, evet. İstanbul’a aşk, İzmir’e aşk var. Ama Ankara tasvirlerim de çok iyi bence. Ankara’ya bir genç kızken gidişim, lapa lapa yağan o karı ilk görüşüm… Anneannemin yünden iç çamaşır alışı, gece vakti o evin önüne çıkışım… Issız, gökyüzü pembe, çocukların biriktirdiği kartpostallar gibi Yüksel Caddesi. Öyle şeyleri hiç görmemiştim. Bir İstanbul İmparatorluğu’ndan geliyordum. Ankara, toprak yollar, ODTÜ’nün yeni kurulduğu yıllar, Baraka, oradaki göl… Ondan sonra bana alınmış güzel bir orlon pembe ceket… O ceketin rüzgârla sırtımdan uçup gitmesi, karşımda Metin… Aşk. Aşk değil mi? Ceketi de bulamadık!
“Tuhaf Mucizeler” bölümü 188. sayfada yer alıyor ve şöyle bir soru var orada: “Acaba başka bir insan için bunlar mucizeler miydi? Yoksa farkına varılmayan olağan bir akışın parçası mıydı?” Ne dersiniz?
Evet, hep merak ederim. Benim için birçok şey mucize. O dev ağacın verdiği bir filiz, bir mucize. O odun gibi kökünden çıkan yemyeşil filiz… Bir sabah gidip orada bir şey göreyim diyorum ve onu görüyorum.
Bu da gerçek değil mi?
Hepsi gerçek. Ağacı canlandırdım ve koruyorum. Tabii mucize. Belki benim bu düşüşüm de bir mucize, bir garip…
İnanın bana da öyle geldi… Kitabı “Gören görüyor, görmeyen geçiyor” diye çok vurucu bir cümleyle bitiriyorsunuz.
Evet, gören görüyor. Hayat böyle bir şey ama. Değil mi?
Kesinlikle! Son bölüme doğru bir de cenaze görüyoruz ve bu cenazede…
Benim cenazem o!
Ve orada karşımıza Mösyö Hristo çıkıyor. Sizin o muhteşem kahramanınız!
Ya, tabii. Tesadüfen görmüş olmalıyım onu.
Neden eski kahramanınız orada?
Bilmem, öyle geldi o Müge. Ondan sonra ben de dedim ki, böyle bir şey olsaydı ben kahkahalarla gitmek isterdim. Kahkaha yogası yapan bir arkadaşım var, o da orada. Kahkahalar, alkışlar, gülücükler ve şakalar içinde gideyim. Aslında o tabutun içinde değilim ben. O benim cenazem gibi gözüküyor ama değil. Herkes geliyor. Herkes… Tabii Mösyö Hristo da. Ben belki artık Mösyö Hristo’yum. Anladın mı?
Çok güzel. Bunu başlığa taşıyabilir miyim?
Taşıyabilirsin.
Sonra Mösyö Hristo’yla kitabı konuşuyorsunuz. “İçime bir hüzün çökmüştü. Her zamanki gibi yapayalnızdım. Serindi hava, rutubetli deniz havası sarmıştı bahçeyi ve kitap bitmişti” diye giden cümleler var. “Kitabın kapağını yazdım. Hayatımın Müsveddesi. Kitap tamam. Satırlara her şeyi doğal bıraktım dedim. İçimden akan bir su gibi”.
Evet, aynen öyle bıraktım. İçimden akan bir su gibi. Belki yer yer bozuk musluktan akan bir su gibi de olabilir. Unutulmuş, tazyikli bir su veya damlayan bir su da olabilir. Sen hangisi gibi buldun?
Ben Nazlı Eray’ın sesi olarak hepsine baktım. Ve düşlerinize bu kadar girmemize izin verdiğiniz için de hayran kaldım… Büyük cesaret.
Çok teşekkür ederim. Kitap çok beğenildi. Düşlerim, gerçeklerim, hayatım… Pide gibi hayat aslında. Hakikaten öyle bir şey. Bir kısmını insanlar yiyor, bir kısmını sen yiyorsun. Dürüm ama çok güzel korunması gereken.
Burada bitti dediniz mi kitap için? Yoksa o etrafınızda dolandı mı? Bazı bölümler yeniden, farklı bir tatla yazılmak istedi mi? Hani Pirandello ile konuşuyorsunuz ya. Ona diyorsunuz ki birtakım yazıları yazıyorum ve sabah onları bulamıyorum. Bu anlamda eksik kalanlar, unutulanlar oldu mu? Ya da siz böyle düşündünüz mü? Kitap bunlara imkân tanıyan sonsuzluğu içinde taşıyan bir metin çünkü…
Pirandello müthiş bir adam. O bir büyülü gerçekçi… Sorunla ilgili sana küçücük bir anımı anlatayım. Bir deftere yazıyorum kalemle. Yatağımın üstünde yazıyorum. Küçük bir odada. Zaman yaza doğru. Bir gece yarısı uyandım. Bir şeyler yazmam lazım ama ne yazacağımı bilmiyorum. Bende hep öyle oluyor. Bir bölüm bir şey yazacağım. Kalemi çıkardım. Odamda daima loş bir ışık vardır, gece de yanar o ışık. O, hayat ışığı biliyor musun? Onu hep yanık tutarım. Bir buçuk iki sayfa yazdım. Çalakalem. 15-20 dakikada. İçimden böyle aktı. Sonra ışığı kapattım. Uykum da vardı zaten, uyudum. Ertesi sabah merak içindeyim. Uyandım. Açtım. Ne yazdım acaba? Hiçbir şey hatırlamıyorum. Bu çok iyidir aslında, uykuyla uyanıklık arasında yazdığım yazılar çok iyi olur. Aaa sayfa boş! Hiyeroglif tarzı birtakım işaretler var. İşaret dediğim, kalem bitmiş. Çıldıracağım…Kum döktük üstüne, limon sıktık. Çocukken yaptığım her şeyi yaptım. Hiçbir şey yok! Yazı geri gelmedi. Fakat şimdiki aklım olsa onu da bir bölüm olarak koyardım. Bazen hayat öyle oluyor. Yaşıyorsun, yaşıyorsun, yaşıyorsun… Yaşıyorsun ve bir bakıyorsun ki: Hiçbir şey değilmiş. Veya bulamıyorsun bir daha. Aynı kapıdan girememek gibi. Ünlü bir yazarın öyle bir hikâyesi vardır. Bir kapıyı açar. İçeride insanlar eğleniyor, mutlu… Girer içeriye birine âşık olur. Ondan sonra oradan dışarı çıkar ama bir daha o kapıyı bulamaz.
Belki de bulmamak o kadar korkutucu değildir! Benim de başıma geldi. Önce çok üzüldüm… Sonra yeniden yazdım. Fena da olmadı… O zaman sizinle tekrar buluşmak üzere diyorum. Bulacağımız ya da bulamayacağımız nice kapıya diyerek.
Nice kapıya! Okuyabileceğimiz veya zorlukla okuyabileceğimiz, okuyamayıp tekrardan yaşayacağımız nicelerine… Çünkü okunamayınca tekrardan yaşamaya, yazmaya mecbursun o yazıyı. Ne olduğunu bilmeden… Hayat bu.
Ve belki de kitaplar da budur diye bitirelim mi?
Bitirelim, tamam. Ben Mösyö Hristo olarak tekrar kolumla yatağıma dönüyorum. Güvercin kapıcı…
Çok teşekkür ediyorum.
Sevdin mi?
Çok güzel oldu.