İsmet Doğan denildiğinde akla gelen ilk düşünce “farklı, sıradışı, delidolu’’ olur. Resimden enstalasyona, farklı disiplinlerden farklı birçok esere imza atan Doğan, zaman ve mekân gözetmeksizin yaratıcı bir ressam. İçinde doğduğu Doğu kültürünün etkilerini, Batı’nın modern bakış açısına ekleyerek eserlerini üretiyor. Kimse gibi olmayan ve kimseye benzemeye çalışmayan Doğan’la bir röportaj gerçekleştirdik.
Türkiye’nin önde gelen ressamlarından biri olarak İsmet Doğan’ı bize birkaç kelimeyle anlatabilir misin?
“Onu anlatmam biraz tuhaf olsa da deneyeyim. Kendinizi bildiğinizde bilinirsiniz. Gençken akıldan, uslu olmaktan nefret ederdi. Çünkü duyuların tanıklığını çarpıtmamıza akıl neden olur, beden yalan söylemez. Genellikle akılcılıktan, akıl yürütmelerden nefret eder. Parlak bir zekâ daha önemli onun için. Düşünme işini sever, daha çok yazarak ve düşünürken volta atmayı. Bedenli varlıklarız. Konuşmayı beceremez. Ezelden beri yaraları olan, aşırı hassas bir bedendir o. Hâlâ uslanmaz bir romantik, bundan mustarip. Kaçıp kurtulamadığı şey korkunç iyi bir hafızaya sahip olması, arkadaşlarını delirtir onların hayatlarında hatırlamadığı şeyleri hatırlatarak. Ve daha çok bir hekim gibi kabuk bağlamış yaraları tekrar açar, atölyesi ise bir klinik gibi. ‘Beden olarak her zaman kendimden daha fazlayım. Ben bir beden sanatçısıyım’ der. Etik ve estetiğin temel referansı olan bağlam her zaman çok önemli oldu onun için. Ona göre ‘seks dahil her şey politik’tir.”
İsmet Doğan’ın resimle tanışması, resme başlaması nasıl oldu?
“Ortaöğrenim yıllarında başladı. Aslında 8-10 yaşlarında bulunduğum kasabada Cumhuriyetin modern bir tasavvuru olarak iki katlı beton evler inşası sırasında artakalan ince demir, ahşap ve tellerden bisiklet, araba vb. yapıyordum babam bana oyuncak alamadığı için. Yoksul değildik yoksunduk sadece. Sanatta yaratıcılığın bu yoksunluktan ortaya çıktığını çok sonradan öğrendim. Sonraları ise orta birde resim ve biyoloji hocam çok etkiledi beni. Biyoloji hocamın dersinde çıt çıkmazdı. Tahtaya bir şekil çizdiğinde aynı anda iki elini birlikte kullanırdı, hayranlıkla seyrederdim. Resim hocam ise akademiden yeni mezundu ve bize bir yıl boyunca akademide öğrendiği desen ve suluboya öğretti. Onun adı Numan Aslan’dı, diğeri hayal gibi, kayıp. O güzel insanlar nerede kim bilir? Hepsi o yıllarda Anadolu’ya aydınlanma düşüncesiyle gelmişlerdi. İnsan varoluş biçimine 12 yaşında karar verirmiş. Sonra İstanbul ve Pertevniyal Lisesi yılları, ardından Güzel Sanatlar’da öğrenim falan. Tekillik sürecim arada bir ihlal edilmesine rağmen çalışmaya devam ediyorum.”
Eserlerinde yer alan “ayna” ve “aynalar” ile ilişkin çok dikkat çekici geliyor bana. Aynanın bildiğimiz gibi tasavvufi bir anlamı da söz konusu. Hatta “Aynayı tuttum yüzüme, Ali göründü gözüme nazar eyledim özüme, Ali göründü gözüme” nefesi çok ünlüdür. Buradan yola çıkarak her baktığımız şey bizim bir yansımamız mıdır?
“Tam olarak değil. Yansıtıyormuş gibi. İnsan, insanın aynasıdır. Öteki, ötekinin aynasıdır.’Mü’min, mü’minin aynasıdır.’ Tasavvuf kültüründe aynanın özel bir yeri vardır. Kalenderi dervişleri uzun saplı aynalarını karşılaştıkları herkese tutarak, aynadaki görüntülerinin geçici olduğunu söyleyerek tinselliğe davet ederler. Ayna, Farsça âyîne kelimesinden türetilmiştir. Mecazi olarak ise bir durumun, bir niteliğin zihinde canlanmasına, gözler önüne serilmesine yarayan şey demektir. Arapça karşılığı olarak ise mir’ât kullanılır. Ayna aracılığıyla kendimizi bütün olarak görebiliriz. Özellikle yüz aynada belirir. Aynanın özne olarak kendilik kurulmasında önemli bir işlevi vardır. Kendini görmek ve görünmek, kendini bilmek ve bilinmek – bunlar birbirine bağlı eylemlerdir. Kendini bilmek ise başkasını bilmekle oluşur. 1980’lerde dışbükey aynadan resimler yaptım, 90’da ise bir art-work olarak somut ayna tasarladım. Aynaları kimlik ve kırılganlık üzerine kuruyorum. Aynalar ve harfler…
Evet, bu benim kimliğim oldu. Öyle bilindim ya da tanınıyorum. Aynanın bir tarihi vardır. Ben de buradan yola çıkarak çalışmalarımda ‘izleyen de izlenendir’ bağlamında aynaları kullanıyorum; yani izleyiciyi tasarladığım art-work’ün içine katmak niyetindeyim. Deleuze’ün belirttiği haliyle ayna, içini göstermeyen ve bazen de siyah bir karanlıktır. Beden aynadan geçer orayı kendine ve gölgesine yer edinir. Büyüsü buradadır. Aynanın arkasında hiçbir şey yoktur ama içinde bir şeyler vardır. Beden aynanın içinde, sanki deliğin içinden büzülüyormuş gibi çekinir, uzar, düzleşir gibidir. Tanpınar’ın çok güzel şiiri de;
‘Hep bu aynadasın artık kış ve yaz
Mavi sularıyla arkanda Boğaz
Köpüren aydınlıkta her tepeden.’
Ya da
‘Bizden iyi tanır aynalar bizi…
O vefalı kalbe benzer ki onlar,
Bir küçük vesile maziye yollar.’
Aynaların akışkanlığı, kendimizle ilgili imgeleri toz bulutu gibi havaya saçar. Ayna olmayan yerdir, sanal bir mekândır. Bir iki sergimden sonra benim için kıymetli olan yorumlarla noktalayalım:
Hatice Doğan: ‘Kavramsal sanatın ülkemizdeki önemli isimlerinden olan İsmet Doğan sergiye dışbükey aynalar kullanarak izleyiciye eserle bütünleşme ve eserin perspektifinden kendisine ve resim mekânına bakma imkânı sunuyor. Dışbükey ayna kullanarak gerçeklik ve espas ile oynayan sanatçı ayna üzerine yerleştirdiği kanı hatırlatan biçim ile dış dünya ve beden arasında bağlantı kuruyor.’
Özlem Gök: ‘Olmayan yere işaret eden ütopya kavramı, kişi aynaya baktığında kendini gerçekdışı bir mekânda gördüğü için ayna ütopya işlevi görmektedir. Fakat kişi bulunduğu gerçek mekândaki varlığına baktığında, aynadaki yansımasından yola çıkarak bulunduğu yerde olmadığını fark eder. Ayna gerçek ve gerçekdışı mekânı yansıttığından heterotopya işlevi kazanır. Olmayan yerde gerçek mekânı temsil ettiği ya da yansıttığı söylemine karşın, çevresindeki gerçek mekânlarla ilişki kuran hem de onu dışlayan durumuyla ayna hem ütopyayı hem de heterotopyayı içinde barındıran bir metafordur. Mekânı kayıp bir geometriye sürükleyen bu metafor, gerçek mekân ve onu taklit eden yansıma mekânla heterotopik bir mevki üretmektedir. Heterotopyalar gerçek mekânı, yanılsamalı olarak yaratırken aynı zamanda gerçek mekânı da teşhir etmektedirler. İzleyicinin gerçek mekânla teması yansıma mekânının derin uzamında kaybolur ve hiçbir yerdeyiz yazısı gerçek mekânın aşınan yüzeyine işaret etmektedir. Enstalasyon, gerçek mekânla ilişki kurarken aynı zamanda gerçek mekânı dışlamaktadır. Bedenin ayna metaforu üzerinden algılanıp deneyimlenmesi sürecinde enstalasyon, izleyicinin şimdi ve buradalığını da elinden almaktadır. Hiçbir yerdelik zamanın ve mekânın zamanın belirsiz bir noktaya dönüşen bedeni, çelişki yaratan mekânda sabit etmektedir.”
“Melez Anlatılar” müthiş bir baskı, müthiş bir tasarım. Bize biraz kitabından söz edebilir misin?
“Teşekkür ederim. Çok sancılı bir süreçti ve bu yüzden uzadıkça uzadı. Her şey eninde sonunda kitaba varır. Kitabın 2016’da Hasköy Yün İplik Fabrikası’nda retrospektif olmayan retro bir sergiyle lansmanını yaptık. Burada ve bizim gibi toplumlarda arşiv yapılmadığı için kendi arşivimden de faydalandım. Hazırlık aşaması dört buçuk yıl sürdü. Modernite ‘arşiv’ ve ‘yazı’ demek. Bellek demek. Önceleri karşı olmama karşın kendi arşivimi yapmıştım.”
Sinema ile yakından ilgili olduğunu biliyorum. Son zamanlarda sinema ile ilgili düşüncelerin nelerdir?
“Sinemaya olan tutkum azaldı, son zamanlarda film izlemek için pek arzu duymuyorum, bilmiyorum, heyecanım yok edildi sanki. 2008’de Karşı Sanat’ta ‘Close Up’ adlı sinema imgelerinden hareketle sergi yaptığımda sinemaya karşı ne kadar heyecanlıymışım. Şenay İnanır’ın tezinde belirttiği gibi, ‘Sinemanın bilinç ve kimliklerimiz üzerindeki öykünme kaynaklı etkisini ve bilinçaltında yarattığı dönüşüm ve başkalaşımı, sanatında işleyen sanatçılardan biri de İsmet Doğan’dır.’
Kendisi, bunu bir ‘modernizm problematiği’ olarak gördüğünü de ifade eder ve şöyle der: ‘Türkiye modernleşmesi yukarıdan aşağıya inşa edilmiştir. Sinema ise Türkiye modernleşmesini yerine koyan bir aracıdır. 1950 ve 60’larda ise sinema ciddi bir identifikasyon öğesi olmuştur. Benim de çocukluk ve gençliğime denk gelen bu dönemlerde sinemanın yarattığı imajlar bedenime yazıldığı için, ben de bedensel olarak bu imajları yeniden yorumladım. Bu da yerinden ederek ve yerine geçerek yapıldı.”
Bundan sonraki projelerin hakkında bilgi vermek ister misin? İsmet Doğan’dan neler göreceğiz?
“90’lı yıllarda ayna serisini, aynanın malzemesi cam, konsept olarak kırılganlığını düşünerek tasarladım. Daha sonra çelik olarak tasarladığım ayna serisi çok pahalı. Bu projeyi gerçekleştiremediğim için çaresizlikten maket yapıyorum daha sonra gerçekleştirilmek üzere. Çünkü ekonomi berbat… Önümüzdeki günlerde gerçekleştirme ihtimali var, bu motive ediyor tabii. Yeni kitap projesi var.”
Seninle tanıştığımız dönem yani 2009-2010 yılları Türkiye’de güncel/çağdaş sanatın en zirve noktasının yaşandığını dönemdi bana göre. Bu düşüncelere katılıyor musun? O günden bugüne Türkiye’de sanat adına neler değişti?
“Tabii ki katılıyorum. 2013’te balon patladı ve çok şey değişti. Burada ciddi sorunlar var. Nepotizm ve kutuplaşmanın ayyuka çıktığı bir yerde görmezlikten gelmek davranış biçimi oldu neredeyse. Görmezden gelmek kötülüktür. Daha önce belirttiğim gibi burada Batı’yı merkeze alarak sanat yapıldığı ve ona göre davranıldığı ve ona göre değerlendirildiği için çok çok sorunlu. Sanat asla boşlukta yapılmaz, belirli bir yerde var olur. Belirli bir coğrafyada, tarih, ekonomi ve sosyal bağlamda var olur. Ve sanat eseri, tarihsel bağlam olmadan tam olarak değerlendirilemez veya anlaşılamaz.
Siyasette olan ‘biat’ kültürünün, sanat camiasında da olmasını anlamıyorum, sindiremiyorum. Eleştirel düşünme nerede? Çağdaş sanat mecrasında iktidar olan bir grup yazar, küratörün dışlayıcı, manipülatif tavrı ve sanat tarihi yazımı oldukça sorunlu. Sanat tarihi yazımına asla güvenemeyiz, her türlü arşive de. Tarihsel olarak manipülatiftir. Tabii bu yapılar, aygıtlar, acayip iktidar sistemleri üretirler. Bu yapının içinde (hevesli) olmak iğrençtir. Aslında bilinmemek gerekir. Hiç tanınmamak zor bir şeydir (Ben bir zaman burada tanınsam da her zaman tanınmamayı arzuladım). Tehlikeli bir yalnızlıktır. Yalnızlık ise özgürlüktür. Görünmez olan, gözün ötesinde var olandır. Dışlanmak güçtür.”
Eserlerinde zamanın gücü karşısından direnebilen birçok imgeden söz edebilir miyiz?
“Evet. Şimdi Derya Yücel küratörlüğünde Adana’da Kun sanat galerisinde eski işlerimden birkaçı sergileniyor. Bu sergi dolayısıyla fark ettiğim, kolunu yiyen portre-imgesi direniyor. Sanat bir direniştir, zamana karşı da. Sanat yanılsamaların karşısına hakikati çıkararak karşı duruş sergiler. İmge üretmek aslında çok tehlikelidir. Geçen senelerde retrospektif bir sergiyi gezerken üzülmüştüm. 90’lı yıllarda anlamlı olan şimdi bir anlam ifade etmiyordu. Literatür, her sanat pratiği ürettiği bilgi veya bilgi nesnesinin güncelliğine göre değil, etkilerinin kalıcılığı ve sürekliliğine göre değerlendirilerek oluşur.”