Geniş Arazide Bir Ben kitabının yazarı Sema Aslan ile karakterin içsel yolculuğu, ruhsal dönüşümü ve yazarın kendi hayatıyla kesişen yönleri üzerine keyifli bir röportaj gerçekleştirdik.
Geniş Arazide Bir Ben okur için bir metaforu mu sembolize ediyor? Sizin için anlamı nedir?
Mekân üzerine düşünmeyi, herhangi bir düşünceyi mekânsal bağlamla birlikte düşünmeyi seviyorum. Burada mekânı farklı ölçeklerde kullanıyorum. Yani yeryüzünü de bir evin odasını da bir sokağı da düşünebiliriz. Mekânsal bağlam işin içine girdiğinde -ki her zaman işin içindedir- nesnelerin, öznelerin, ilişkilenme biçimlerinin doğası değişir. Benzer biçimde, onlara bakışımız da değişir. Belki burada bir neden sonuç ilişkisi vardır, üzerine düşünmek lazım. Fakat hayatta her şey, sanki başka şeylerle teması oranında ve temasına koşut anlam üretiyor. Kendinizi birden bir dış göz olarak buluyorsunuz mesela; bir mekân içinde hareket halinde olan araçları ve insanları, bunların birbirleriyle ilişkilenme biçimlerini izlerken, o mekâna dair referanslarınız harekete geçiyor. Referanslar, her zaman bildiklerimiz değildir; biz bildiklerimiz, yanlış bildiklerimiz ve bilmediklerimizin toplamıyla bir yere konuşlanıyoruz. Ve kaçınılmaz olarak -çok geçmeden- konuşlandığımız o yere, ardından kendimize ve zihnimizdeki referanslara bakıyoruz. En sonunda da bir anlam üretiyoruz. Farklı yerlerde farklı hislere kapılmamız, herhalde bundan kaynaklanıyor.
Okur için hangi sözcüğün ya da ifadenin ne anlama geleceğini, ne tür çağrışımları tetikleyeceğini bilemem fakat “geniş arazi” benim gözümde herhangi bir mekân. Bir sıkışmışlık içindeyken düşüncelerini açmak, yaymak, sermek için geniş bir alana ihtiyacı vardı karakterin. Yine de uçsuz bucaksız manzaraların içinde sayısız bilinmezlik bulunur. Umulanın aksine, bazen bu manzara da sıkışmışlık hissini pekiştirebilir.
Kitap boyunca karakterin içsel çatışmaları, özellikle yalnızlık ve kimlik arayışı üzerine bir anlatım geliştiriyorsunuz. Bu temalar günümüz toplumunda üzerine düşünülen şeyler mi?
Yalnızlık çeşitli bağlamlarda konuştuğumuz bir mesele bence. Yoldaşlığın, dayanışmanın, kolektif aklın yaşayabildiği anlarda ve alanlarda, bir söylemle, politik bir yerden yalnızlığı kıran; insanı avutmak yerine onu güçlendiren umutlu bir sesin yükseldiğini duyabiliyoruz. Yalnızlıktan anladığım da yoldaşlığın, dayanışmanın ve başkasının aklına fikrine danışma ihtiyacının olmaması hâli. Kendinize yeniden inanacağınız ya da kendinizi kuracağınız bir hâli, bir ihtimali hatırlatacak sesi duymamak… Bu, yalnız bırakılmış olmak kadar, yalnız bırakmakla da ilgili bir durum. Bütünüyle kendi aklına, anlayışına, yargına ve hükmüne çekilmek…
Özellikle doğal alanlarda geçen sahneler, karakterin ruhsal dönüşümünü oldukça tetikleyen anlardı. Doğanın insan üstündeki etkisi nasıl yorumluyorsunuz?
Judith Hermann’ın çok sevdiğim kitabı Yuva, karakterinin deniz kıyısından epey uzakta bir yerde yaşadığını söylemesiyle açılıyor. Birkaç sayfa sonra bu defa bir polder kıyısına taşınıyor karakter. Kitapta “polder”in tanımı da yer alıyor: Bent yardımıyla denizden kazanılan, ekine elverişli toprak. Kitabın tamamına yayılan hatırlayış, karakterin söylediğine göre tam da polder kıyısındaki eve taşındığında, hatta “polder kıyısındaki ev yüzünden” oluveriyor. Özellikle bu kitabı anma nedenim de bu apaçık cümle. Belli ki “bir şey” yüzünden hatırlıyoruz. Ama az evvel alıntıladığım cümle bizi yönlendiriyor, diyor ki, “bir yer” yüzünden hatırlıyoruz aynı zamanda; su ve toprak yüzünden, hava ve ay yüzünden, sudaki gelgit hareketi yüzünden… Yazar, anlatının mekânını belirlerken doğa ve hafıza arasındaki ilişkiye doğrudan vurgu yapıyor. Doğa ve bedensel tepkiler, doğa ve duygusal tansiyon arasındaki ilişki de bunun yanı sıra yürüyor. Judith Hermann’ın bu mekânsal deneyim üzerine düşündüğü belli. Geniş Arazide Bir Ben’in anlatıcı kişisi doğaya yaklaştığında “bilmediğini bilir oluyorsun” diyerek kendisini pek de rahatlatmayan bir etkiden söz ediyor, belki yeryüzünün varlığını fark ediyordu. Açıkça kendi aklı ve ritmi olan o büyüklüğü, yani doğayı kısmen görür, hissederken bile fark ettiği şey, muhtemelen, başka türlü bir bilme hâlinin çok geçmeden gelip kendisini yoklayacağıydı. Bu da yüksek olasılıkla, uzak düştüğümüz bir kabul hâline, daha doğrusu kabulün olmamasına, işaret ediyor: doğanın sezdireceği ya da göstereceği türden bir bilme haline uzaklık. Ancak yalnızca “uzağız” deyip konuyu kapatmak da istemem, çünkü bu uzaklığın, bilmeme hâlinin de etkilerini yaşıyoruz. Yani yabancısı olduğumuz bir varlık olarak doğa, şehrin peyzajı dışında karşılaştığımız doğa, insana kendi varlığıyla, varoluş biçimiyle ilgili sorular sordurur. Sadece kendiyle ilgili de değil, yekpare görünen yeşillikle, “görünüm”le de ilgili.
Kitabınızda sıkça karşılaştığımız bir diğer tema da bellek ve geçmişin etkisi. Geçmişin şimdiki zamanı nasıl şekillendirdiğini düşünüyorsunuz? Karakterlerin kendi geçmişleriyle yüzleşmelerinin önemi nedir?
Geçmişin şimdiki zamanı doğrudan şekillendirdiğine, en azından etkilediğine inanıyorum. Üstelik bizi etkileyen, hakikaten yaşanmış bir geçmiş de olmayabilir. Zihnim bana bir geçmiş imgesi veriyorsa, bu olmayan bir geçmiş imgesi bile olsa, o, sezgimin yönlendirdiği, katmanlar arasına sıkış kalmış bir hakikatin arayışına davettir. Bir diğer ihtimal de şu: Hatırladığımız, doğrudan bize ya da bizim yaşantımıza ait bir geçmiş olmayabilir ama sahiden yaşanmıştır. Bir anlatıdan etkilenmek ve onun kendi hikâyemiz olduğuna inanmak gibi bir şeyden söz ediyorum. Aktarılan, taşınan ya da bulaşan bir geçmiş. Öyle ya da böyle hatıra, geçmişe ait bilgi hiçbir şeyi değilse bile insanın kendiyle ilişkisini, kendi hafızasıyla ilişkisini ve fakat toplumsal bağlamda da gündelik ilişkileri yönetebilir, yönetiyor da. Yüzleşmeyi, sanırım genelde toplumsal ve politik bağlamıyla düşünüyoruz, haklı nedenlerimiz var, direnmeli ve diretmeliyiz de. Ama kişisel hikâyemizde “yüzleşme” ne anlama geliyor? “Yüzleştim ve en iyi ihtimalle bir davranış değişikliğine gittim.” Bu ancak bir misilleme gibi geliyor bana, kendimle savaşımın nihayet başladığına dair bir işaret. Yani bir son değil, sonuç değil; bir başlangıç. Suçluluk duygusu, sözcüklerini arayıp durur çünkü, dilini bulmaya bakar. Kurmacada, otobiyografide, gazete haberlerinde, sözlüklerde, sokakta yanından geçen insanların havaya dağılan cümlelerinde, onlar aracılığıyla ortaya çıkmasını sağlayacak sözcükleri arar. Kişisel hikâyemin tarihsel uzantılarını fark edene kadar ben, suçluluk duygusu arayışına devam eder. Esas yüzleşme burada başlar zaten: Kendi mazimi, tarihselliği içinde görebildiğimde.
Son olarak, bir karakterin kimlik arayışı yolculuğunu kaleme almanız kendi hayatınızda değişim, dönüşüm veya farkındalıklar yaşamanıza sebep oldu mu? Size neler kattığını düşünüyorsunuz?
Yazıya dair fark ettiklerim oldu; yazının sınırları ve bu sınırlarla karşılaştığımda olup bitenlere dair. Dünyanın büyük çoğunluğunun hem somut hem sembolik olarak sıkıştırıldığı bir gerçekliğin içindeyken dilin sınırları, hayata ve gerçeğe erişim kapasitesi, birbirinden farklı hikâyeleri birbirine duyurma ve anıştırma marifeti, bir de soru sormanın anlamı üzerine düşündüm. Karakterin hikâyesi değil, hatta özel olarak bu kitap da değil; bu kitap dolayımıyla, kurmaca dediğimiz şeyin kendisi nedeniyle.