İstanbul’da dünyaya geldi. Nişantaşı Rüştü Üzel Meslek Lisesi Aşçılık Bölümü mezunu. Üniversite öğrenimini Bilgi Üniversitesi Aşçılık Bölümü’nde tamamladı. Anadolu Üniversitesi Marka ve İletişim Bölümü’nde eğitimine devam ediyor. Aşçılık kariyerinin yanı sıra Newslab Atölye’den kamera eğitimi aldı. Sonrasında editörlük eğitimi alarak medya alanında eğitimlerine devam etti. Mikroscope Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Yardımcısı olarak görev yapmaktadır. Eşzamanlı olarak Minoa Village Restoran’da da çalışmaktadır.

İstanbul Bienali kapsamında Kurtuluş Rum İlkokulu’nda seyircilerle buluşan “Senin de Yaran, Rosa1” sergisini, küratörlüğünü ve editörlüğünü üstlenen Pelin Uran ile konuştuk. Sanat dünyasına 6 yıl verdiği aradan sonra ‘yaralanabilirlik’ ile ‘kırılganlık’ arasındaki farkı ortaya koyarak hazırladığı bu sergi aynı zamanda kitap olarak da seyircilerle buluştu. 

-Klasik bir soruyla başlayalım o zaman. Pelin Uran aslında kimdir? 

 Ne kadar eskiden başlayayım? Şöyle, Bilgi Üniversitesi’nde 2000 yılında takriben bir buçuk yıl çalıştım. O sırada Haldun Dostoğlu ve Beral Madra’nın küratörlüğünde Erol Akyavaş sergisi düzenleniyordu. Orada küratör asistanlığı yapmamla birlikte, hayatımda ne yapmak istediğimi biraz anladım. Ve önce MoMA’da staj yaptım, altı ay. Ardından pek çok insanın desteğiyle ertesi yıl Bard College’e gittim, küratörlük alanında yüksek lisans yapmaya. Oradan sonra da 2012 yılına kadar çeşitli ülkelerde ‘residency programları’na katıldım. Sergiler düzenledim…

-Evet. Şunu sormak istiyorum. Nasıl başladınız bu işe? Yani hep içinizde olan bir şey miydi? 

 Hayır. Klasik eğitim gördüm ben, sanat tarihi eğitimi aldım. Önce Mimar Sinan’da lisans eğitimi gördüm, ardından da İTÜ’de lisansüstü eğitim. Tezim manyerizm üzerine idi. Ama sanırım daha güncel konular ilgimi çekiyordu. Kendi yaşıtlarım sanatçılarla temas etmenin beni daha heyecanlandırdığını gördüm. Bir de çağdaş sanatın pek çok farklı disiplini bir araya getirebilmesi…

 -Peki bu sergiyi açmaya motive eden şey neydi sizi? 

 Aslında uzun bir süre ara verdiğim bir zaman dilimi var, altı yıl kadar sergi yapmadım. Sanat dünyasıyla ilgili bir yabancılaşma hissettim. Fakat o dönem de aslında çalışmaya devam ettim. Hayatımda benim için önem taşıyacak birkaç kişiye “Çağdaş Sanat Dersleri” verdim. 

Aslında 2018 yılında Galeri Nev‘de ölüm üzerine bir sergi yapmamla başladı her şey. Eskisine oranla kendi yaşadığım, burukluğunu hissettiğim kavramlara dönüş yaparak oldu… Bu kavramlardan yola çıktığımda daha araştırıcı bir motivasyonla devam ettiğimi gördüm.

-Bize biraz sergiden bahsedebilir misiniz? Yani hiç duymayan ve hiç okumayan birine nasıl tanımlarsınız?

 Sergi yaralanabilirlik kavramından çıkıyor yola. Aslında, belki de ilk beni yaralanabilirlik kavramına götüren ‘yaralanabilirlik’ ile ‘kırılganlık’ arasındaki farkı düşünmemle başladı. Özellikle kendi yaralanabilirliğime araştırmacı gözle, biraz daha objektif bakabilmek için bir alan sunduğunu/yarattığını düşünüyorum. Yani hem ölüm sergisi hem de bu sergi fikri bu benim için çok kişisel bir yerden başladı. 

Sergi sanatçıları da kendi yaralanabilirlikleriyle hemhal olma yolundaki işlerle katılıyorlar sergiye… Yaralarımızın tanınması, kabul edilmesi, birbirimizin kırılganlığını, incinebilirliğini ve güvencesizliğini ciddiye almak, desteklemek üzerine işlerin yer aldığı bir sergi diyerek özetleyebilirim sanırım. 

 -Sergi için yaralanma kavramı neyi ifade ediyor?

 Yaralanma kavramı, bu sergide feminist teorinin bu kavramı pejoratif, olumsuzdan olumluya dönüştürdüğü bir yerden yola çıkıyor. Tarihsel olarak daha çok kadınlara atfedilmiş yaralanabilir hali tekrar, daha doğrusu yapı sökümüne uğratarak, buradan bir güç, güç de demeyeyim ama buradan farklı bir okuma çıkartıyor. Ben bu okuma üzerine gittim. 

Ama elbette ki yaralanabilirlik sadece bu bağlamda okunabilecek bir kavram değil. Benim seçimim; feminist okumanın psikanalitik, fenomenolojik ve politik yönlerine bakmak ile sınırlı. 

 -Yaralarla yüzleşme ya da yüzleşememe konusunda düşünceleriniz neler? Kimileri de yaralarını taşımayı seviyor çünkü…

 Burada sergi sanatçılarından Gregory Whitehead’in işinden bahsetmek yerinde olur. Kendisinin bir ses işi yer alıyor sergide ve yaralarla yüzleşmek ve yüzleşemediğimiz zaman nelere sebep olduğu üzerine bence çok güçlü bir iş. İşin metninden bir alıntı yapmam da yerinde olur. “Hiçbir yara kendi adına konuşmaz asla. Bir yaradan kendiliğinden çıktığını göreceğiniz tek şey kandır. Daha derindeki anlamla ilgileniyorsanız, yaraların okunması gerekir. Yorumlanmaları ve deşifre edilmeleri gerekir.” 

Ben de bu sergide yaralarla yüzleşemezsek hiçbir şeyle yüzleşmeyeceğimiz düsturundan yola çıkıyorum. O yüzden de aslında bu sergiyi hem kendi yaralarımla yüzleşmek hem de izleyici bu konuda bir nebze olsun düşündürtmek için yapmayı seçtim.

 

-Sergide yer alan sanatçıların bu kavrama yaklaşımında sizi etkileyen ne oldu?  Kolektif ruh yaralanma kavramında yeni bir bakış sağladı mı sizce?

 Sergideki sanatçıların yararlanabilirliğe farklı bakışları olmasına rağmen, onları birleştiren söylediğim bu üç metodoloji: yaralara, yaralanabilirliğe fenomenolojik, psikanalitik ve politik olarak yaklaşmaları. Sanatçıların yazı pratikleri de var. Johanna Hedva ve Gordon Hall’un hâlihazırdaki yazıları, sergiyi düşünme aşamasında özellikle çok etkili oldu benim için.

Diğer bir sergi sanatçısı ve yazar Gamze Hakverdi’nin Metis Yayınları’ndan çıkmış kitabi Vulnus da öyle. Ayrıca Hakverdi’nin sergi kitabı için kaleme aldığı Kırılganlığın Sesi metni de. Yaralanabilir olma hali bazılarımız için çok uzakta bir zaman, neredeyse hiç başımıza gelmeyecek bir hal. Fakat her an bu durumla karşılaşma olasılığını bertaraf eden bir şey bu düşünce. 

 

 

-Kolektif yaralara bakışınızı ve güçlü olmayı gerektiren empati kurmaya yaklaşımınızı merak ediyorum. Ötekinin yarası sizde neyi doğurur? 

 Serginin sorduğu sorulardan biri de bu aslında; insan kendi yarasına bakmaz, hatta onun kendine ait olduğunu bile teslim etmezse, başkalarının yarasıyla empati kurması mümkün müdür? Yaralardan, dolayısıyla da yaralanabilirlikten bahsetmenin ötekiyle ilişkilenmenin bir yolu olduğunu düşünüyorum. Ayrıca bu fenomenolojik yaklaşımla çok bağlantılı çünkü üzerinde durduğum bir şey de ‘özneler arasılık’. Fenomenolojik yaklaşımın en önemli tezi, hayatta tek başıma olmadığımız, sürekli ötekiyle sınırlarımızın bertaraf edildiği ve bunun aslında bir risk olduğu ama onsuz herhangi bir şekilde bir iletişimin kurulamayacağı üzerine. 

Özgür Demirci’nin sergideki işi benim bu konuda söyleyeceklerimden çok daha güçlü ve etkili. Eser hem kişisel hem kolektif yaralarla yüzleşmek ve belki de iyileşmek üzerine. 

 -Hızla gelişen dijital dünyada sergiyi kitap olarak görebilmek de çok güzel. Bunun hakkındaki düşüncelerinizi merak ediyorum. 

 Serginin aslında diğer bir ayağı kitap. Bu kitabı çok önemsiyoruz. Editör arkadaşım Yasmeen Siddiqui’yle kitabın bu serginin bir reprezantasyonu olsun istemedik, başlı başına var olabilmesini amaçladık.  Bu yüzden de sergi sanatçılarının işlerinden özerk yazı pratiği olmasından yararlandık. Yaralanabilirlik üzerine zaman içinde yazdıkları veya bu yayın için derledikleri yazıları bir araya getirdik. Ve bu kitabın sergiden bağımsız olmasını çok önemsedik. 

Ali Cindoruk’un kitabın tasarımını yapması, Elif Ersavcı’nın çevirileri gerçekleştirmesi, Ofset Matbaa’nın kitabı basıyor olması da bize gurur kaynağı oldu.

 

 

 -Peki bu sergi sizin için niçin önemli? Yani sizin için bir anlamı var mı?

 Ölüm sergisi olduğu kadar -Galeri Nev’de bahsettiğim- bu sergi de benim için kişisel olarak epey önemli. Belki de benim için sağaltım olacak. Şu an daha gerçekleştirmediğim için ne olacağını bilemiyorum. Kendi üzerimde çalıştığım konularla teoride bu konuyla ilgili bilgileri bir araya getirmek benim için sağaltıcı oldu. Ayrıca davet ettiğimiz sanatçıların işleri de.

-Neden bu sergiyi Kurtuluş Rum İlkokulu’nda açıyorsunuz?

 Sergiye bir yıl evvel hazırlanmaya başladığımda ve sergi için kullanmam gereken binanın bölümlenmiş bir mekân olması gerektiğini anladığımda bunun için en doğrusunun okul binası olacağına ikna oldum. Pek çok semtte pek çok okul gezdim ve Kurtuluş Rum Okulu’nun olmasının en büyük sebebi; eğitimin 2003 yılında bitmiş olması. Zaten okulda birkaç senedir sergiler düzenleniyor. Bu amaç için kullanılıyor. Benim amacım yani bu binayı seçmemin temel sebebi mimari ihtiyaçtan kaynaklanıyordu. Diğer okullardan en önemli farkı da binanın iyi restore edilmiş olması.

-Bu mekânın serginizi nasıl güçlendirdiğine ya da desteklediğine inanıyorsunuz?

Senin de yaran, Rosa sergisinin şimdiye kadar Kurtuluş Rum İlkokulu’nda gerçekleştirilen sergilerden önemli bir farkı serginin ölçeği ve kitap sayesinde okulun görünürlüğünün artması olacak gibi gözüküyor. Karşılıklı bir destekten bahsetmek yerinde olacak çünkü Kurtuluş Rum İlkokulu yönetimiyle gerçekleşen neredeyse altı aylık görüşmelerimizde birbirimize destek konusunda çok nettik. Biz sergiyi bu okulda yapmak istiyorduk, okul yönetimi de bu ölçekte bir serginin  mekânlarında olmasını önemsiyordu. Uzunca mekân aradığım süreçte bu desteğin önemini kavramam çok zamanımı almadı. Özellikle Vakıf Başkanı Dimitris Zotos’a bu konuda teşekkür ediyorum. 

-Serginin hitap ettiği kesim nedir? İzleyicilere ulaşabildi mi?

Benim hayalim sadece çağdaş sanatı yakından takip eden izleyiciler değil daha geniş bir izleyici kitlesinin bu sergiyi görmesi. Bunun için de elimizden geldiği kadar çalışıyoruz. Her ne kadar bu sergiye yaklaşımım teorikse de sanatçıların işleri tamamen duygulanım üzerinde çalışıyor. Ve sergideki işlerin tabiatı, insanların duygulanımlarını harekete geçireceklerini ümit ediyorum. Benim için de en önemli olan o. Serginin mekânının Son Durak’ta olması ve buranın oldukça işlek bir yer olması da bir avantaj.

-Sergiyi ziyaret eden izleyiciler ne bekliyor sizce? Yani büyük bir beklentileri var mı?

Sadece tahmin yürütebilirim şu aşamada; o da çağdaş sanatla ilgilenen seyircinin en önemli geliş sebebi sergideki sanatçılar olacak diye düşünüyorum. Zira pek çoğunun eserleri daha evvel Türkiye’de sergilenmedi. Bu bir merak uyandırabilir fakat güncel sanatı yakından takip etmeyen insanlar da temadan dolayı, kişisel bir yere değdiğinden ziyaret edebilir. Diğer taraftan Kurtuluş ve Son Durak olduğu için ziyaret edilebilir. Umarım konum katılımı yoğunlaştırır.

-Türkiye’deki sanat ve sanat camiasını nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Daha önce de değindiğim gibi mesleğime verdiğim uzunca bir ara var. Bu zaman zarfında sadece Türk değil uluslararası sanat dünyasına da uzak durduğum uzun bir zaman geçti. Bu sebeple düşüncelerim güncel değil.