Romalılar, eski bir taş yazıtta “Bir insan ne zaman ölür?” sorusuna “Onu en son anan insan öldüğü zaman,” diye yanıt vermişler.
Serdar Bey, merhaba. Suat Derviş külliyatı üzerinde uzun yıllar süren çalışmalarınız sayesinde, kitaplarını günümüz okuru ile tekrar buluşturdunuz. İthaki Yayınları tarafından yayımlanan bu kıymetli külliyatın editörü olmak nasıl bir duygu?
Bu işin bir parçası olmak mutluluk ve gurur verici çünkü Suat Derviş’in romanları, öyküleri ve röportajları gün yüzüne çıktıkça, eserleri okuyucuyla buluştukça görülüyor ki, çok değerli bir kalem, öncü bir yazar ve gazeteciyle karşı karşıyayız.
Kitapların olduğu her yerde yirmi yıldır araştırma yapıyor ve Suat Derviş, Mehmet Rauf, Peyami Safa, Nezihe Meriç, Bilge Karasu, İskender Fahrettin Sertelli gibi birçok yazarın “bilinmeyen” eserlerini bilinir kılıyorsunuz. Bir söyleşinizde, arşiv tutkunuzu ve kütüphaneleri birer sığınak gibi görmenizi, “bugünden kaçış” olarak değerlendirmişsiniz. Neden bugünden kaçmak istiyorsunuz?
Can Yücel cevap versin sorunuza, Gitmek adlı şiiriyle: “Bugünlerde herkes gitmek istiyor. Küçük bir sahil kasabasına, bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara… Hayatından memnun olan yok.” Kaçmak, gitmek isteği bu aralar çok sık duyduğumuz, dahası, hissettiğimiz bir şey sanırım. Ben de bundan yirmi yıl önce, biraz bugün de artarak devam eden, biraz da kişisel sebeplerle kaçmak istedim. Kütüphanelere, gazete ve dergi ciltleri arasına sığındım.
Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde yüksek lisans yapmadan önce, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi – Sinema ve Televizyon Bölümü’nden mezun olmuşsunuz. Sinema ve Televizyon alanında aldığınız bu eğitim, içinde bulunduğunuz edebiyat dünyasındaki vizyonunuza nasıl bir katkı sağladı?
Benim bugün bir araştırmacı, bir edebiyat arkeoloğu olmamın sebebi Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Sinema-TV Bölümü’ndeki hocalarımdır. Metin Erksan, Lütfi Akad, Memduh Ün ve Duygu Sağıroğlu gibi entelektüel, ‘iyi okur’ hocaların öğrencisi oldum, şükürler olsun. Her biri birer umman olan hocalarım derslerde hiç duymadığım, bilmediğim yazarlardan, eserlerden bahsediyorlardı. Onların uyarladığı, okuduğu, etkilendiği, senaryolarına kaynaklık eden bu eserlerin ekserisi kolay ulaşılamaz eserlerdi. Onları araya taraya Kenan Hulusi, Nahid Sırrı, Samet Ağaoğlu gibi pek çok yazardan haberdar oldum. Yıllar içinde ‘okuma kültürü’m oluştu.
Metin Erksan, Lütfi Akad ve Memduh Ün gibi sinemamızın efsane yönetmenlerinden dersler almış eski bir öğrenciye şunu sorayım şimdi: Bu üç büyük ustaya dair hafızanızda kalan ne? Siz ayrıca senaristlik de yapıyorsunuz. Bugün bir senarist olarak, yıllar önce aldığınız o eğitimi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Her biri çok değerli, akademisyen değil, meslek insanı, zanaatkâr ve sanatkâr oldukları için alana dair çok temel, ancak deneyimle edinilebilecek bilgileri alabildim. Senaryo-oyun-yönetim dersini senaryo yazmış, hem de Türk Sineması’nın en önemli filmlerinden bazılarını yazmış, yönetmiş birinden alıyordum. Film Analizi dersini, Türk Sineması’nın filmleri en çok analiz edilen yönetmeni veriyordu. Kurgu dersinde, kurgu masasında defalarca film kurtarmış bir usta anlatıyordu dersi. Bugünkü ben olabildiysem Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Sinema-TV Bölümü’ndeki tüm hocalarımın katkısı çok büyük. Bölümümüzün kurucusu Sami Şekeroğlu’ndan başlayarak her birine müteşekkirim.
Sizin tarafınızdan derlenen, Türk Edebiyatı’nda “öteki” cinsellik öykülerinin anlatıldığı Ah Bu Sevda! isimli kitabın önsözünde de belirttiğiniz üzere, “parçalanmış bir ailenin fertleri gibi, yıllar yıllar sonra bir bayram yemeğinde aynı masanın etrafında toplanan” bu öyküleri kimi zaman ağzım açık şekilde, kimi zaman da içerdikleri yüksek cesaret seviyesinden ötürü hayranlıkla okudum. Neden “unutulanlar” ve “ötekileştirilenler”, Serdar Bey?
Ben de ötekileştirilen kimliklere sahibim. Eşcinselim, etnik ve dinsel olarak karışık bir aileden geliyorum. Bu kimlikler, bu ötekilikler beni ve araştırmalarımı, üretimimi şekillendiren bir diğer faktör. El üstünde tutulanı okuyan, yazan zaten çok. Kanonik eserler, isimler hakkında sayısız tez, makale, inceleme var. Birileri de görülmeyenlerin, bilinmeyenlerin, itina ile unutturulmak istenilenlerin peşine düşmesin mi?
Kitapta Suat Derviş’in 1924 tarihli Beni mi? isimli ilginç bir novellası da var. Bu novella; “kız gibi” olmadığı için şiddete maruz kalan Nermin karakteri üzerinden, cinsiyet ayrımcılığını ve genlerimize iyice nüfuz etmiş olan cinsiyetçi kalıpları öyle cesurca eleştirmiş ki… Suat Derviş’in bu cesareti nereden kaynaklanıyordu sizce?
Suat Derviş’in muhtaç olduğu kudret, doğduğu günden beri damarlarındaki kanda mevcuttu sanırım. Zira o, kalemi eline aldığı günden itibaren hep ötekini yazmış neredeyse. Konağı anlatırken konaktaki beslemenin, evlatlığın, sığıntı akraba kızın perspektifinden; aşkı anlatırken yasak olan, kabul görmeyen, reddedilenin gözünden; toplumu ele alırken karanlıkta bırakılan, bir köşeye atılanın sesine ses katarak yazmış. Özellikle kadın karakterleri öylesine ezber bozucu ki! Daktilo Nebahat kitabındaki öykülerini okuyunca bunu siz de göreceksiniz.
Ah Bu Sevda! kitabınızda derlediğiniz öyküler, Tanzimat’tan harf devrimine kadar olan süreci kapsıyor. Fatma Aliye, Emine Semiye, Halide Edip ve Nezihe Muhittin o dönem için feminist sayılabilecek, çok güçlü kalemler ancak -yanılıyorsam beni düzeltin lütfen- bu kadın yazarlarımızın eserlerinde “cinsel öteki” izine pek rastlayamıyoruz. Neden acaba? Yaşadıkları zamanın ruhu için son derece özgür olan bu kadınların aklına, “cinsel öteki” hakkında yazmak neden gelmemiş?
Cinsiyetçilik sanırım. Erkek-egemen düzende kadına tanınan özgürlük alanının sınırları üç aşağı beş yukarı belli ne yazık ki. Kadın özgürleşme hareketinin aşmaya, esnetmeye çalıştığı ve zaman içinde ötesine geçtiği bu sınırlar; yazan kadınları da kısıtlamış olabilir. Belli konularda ve türlerde kalem oynatmayı, eser vermeyi daha güvenli bulmuşlardır belki.
Suat Derviş, sesi olmayanlara ses olmaya çalıştı ve hayat kadınlarından mezarlıklarda yaşayanlara, yankesicilerden veremlilere kadar damgalanan, dışlanan, ötekileştirilen insanların yok sayılmaması için insanüstü bir gayretle yazdı ancak ne yazık ki, yıllar sonra, aynı hazin gruba kendisi de dahil oldu ve bugün siz onun sesi olmaya çabalıyor; kadın olduğu için, komünist olduğu için, muhalif olduğu için damgalanan, dışlanan ve ötekileştirilen bir yazarın unutulmaması, unutturulmaması için büyük bir çaba gösteriyorsunuz. Bu konu hakkındaki düşüncelerinizi de öğrenebilir miyiz?
Suat Derviş yirmili, otuzlu yıllar boyunca Babıali’nin kabul gören, en çok satan gazetelerde tefrikaları çıkan, yine o gazetelerde öykülerini, röportaj dizilerini yayımlatan gazeteci-yazarlarından biriydi yani makbul bir imzaydı. İstese belki yirmi yıl daha bunu, bu başarısını sürdürebilir, çağdaşlarına göre yüksek teliflerle yazabilirdi ancak o bunu seçmedi. Konaklarda doğan, sörler tarafından büyütülen, yüksek eğitim için Berlin’e gönderilen bu iyi aile kızı tüm ayrıcalıklarından vazgeçmiş! Tüm makbul kimliklerini elinin tersiyle itmesini bilmiş. Onun gücü ve saygıdeğerliği biraz da burada. Varlığı bana güç veriyor, sanırım bu güçle onun uğrunda bu kadar çaba sarf edebiliyorum.
Suat Hanım inanılmaz bir üretkenliğe sahipti. Siz bunu neye bağlıyorsunuz, Serdar Bey? Yazarımızın çektiği ekonomik sıkıntıların yanı sıra, o dönem çok popüler olan tefrika romancılığı da bu üretkenliğe katkı sağlamış olabilir mi? Bir romanı, günlük bölümler hâlinde gazeteye yetiştirmek zorunda olmak yazarın üretkenliğini artırır mı?
Arz-talep meselesi. Çok güzel bir atasözümüz var: “Marifet, iltifata tâbidir. Marifetsiz mal, zâyidir.” İltifat gördükçe marifetlerini ortaya koyuyor insan. İltifat görmediğinde ise zâyi olup gidiyor. Nahid Sırrı’nın romancılığı ellilerin başında zâyi olmuştur, mesela. İltifat görmediği için o gürül gürül çağlayan, tadına doyulmaz kaynak kurumuştur.
Bir de iktidar ağlarına yakın-uzak oluşunuz belirleyici. Suat Derviş’in 1940 sonrası en çok eser verdiği gazeteler, Etem İzzet Benice’ninkiler. Son Telgraf ve Gece Postası’nda 1940 sonrasında on iki romanı tefrika ediliyor, iki yüzü aşkın öyküsü yayımlanıyor. Gazete sahibiyle tanışıklığı sayesinde oluyor biraz da bunlar. Yani kimi ne kadar tanıdığınız, kendisiyle ilişkinizin yakınlığı da önemli bir etken.
Hem çok üreten hem de ürettiği bu yazıları çeşitli sebepler yüzünden iyi muhafaza edemeyen bir yazardı Suat Derviş. Kendisinin asistanı ya da menajeri olsaydı eğer, bugün Suat Derviş’ten geriye kalan mirasta ne gibi değişiklikler söz konusu olurdu sizce?
Muhtemelen bir menajeri, bir editörü olsa mirasa gelene kadar, kariyeri de farklı ilerlerdi. Menajer ve editör, büyük bir sorun Türk Edebiyatı’nda. Herkes yazıp kendi görgüsü, bilgisiyle eserlerini ortaya koyuyor. Onlara yol gösteren, düzeltme veren, yazdıklarının üzerinden geçen yok. Olsa pek çok eser daha yetkin, daha bütün hâlde kalırdı bugüne.
Mirasa gelecek olursak… Yazarların gazete ve dergilerde kalan üretimini derleyip toplayacak, detaycı tarihçi ve araştırmacılar da yokmuş ne yazık ki. Kendi eserlerinin çetelesini tutan bir avuç yazar hariç, külliyatını büyük oranda bildiğimiz çok çok az isim var. Bu bilinmeyen isimlerin bazıları çok ortada hem de. Kanonik isimler. Mesela, Reşat Nuri Güntekin. Mesela, Yakup Kadri Karaosmanoğlu.
Bir Suat Derviş panelinde elimi kaldırıp “Dünyadaki bütün kütüphaneler ve kitapçılar yanacak olsaydı ve tek bir Suat Derviş romanını kurtarma şansı size verilseydi, bu hangi roman olurdu?” diye sormuştum ve siz de hiç tereddüt etmeden “Elbette ki Fosforlu Cevriye!” diye bu sorumu yanıtlamıştınız. Suat Derviş’in onca romanı içinde, Fosforlu Cevriye’yi sizin için bu kadar özel kılan sebep nedir?
Özyaşamsal ayrıntılara sahip. Yakın geçmişte çektiği acıları kaleme almış Suat Derviş. Dahası, ana karakter olarak seçtiği seks işçisini öyle gerçekçi, öyle ete kemiğe bürüyerek tasvir etmiş ki… Bir de aşk gibi, sanat tarihi boyunca yaratıcıların ve muhataplarının en çok ilgisini çeken, popülaritesini hiç kaybetmeyen bir konuyu çok naif, çok güçlü anlatmış. Cevriye’yle birlikte âşık oluyor okurken insan.
Feriköy Mezarlığı’nda yaptırdığınız mezar taşından da bahsedelim mi?
Suat Derviş öldüğünde kocasının üzerine gömülmüş. Vârisleri de mezar taşı yaptırmayı ihmal etmiş bazı sebeplerle. Bu eksik, ölümünün ellinci yılında giderildi. Suat Derviş’in bir mezar taşı var artık. Hem de nüfustaki adı değil; kendi seçtiği, kullandığı, şöhrete kavuşturduğu SUAT DERVİŞ yazıyor taşında.
2022, sizin ve kıymetli çalışma arkadaşlarınızın sayesinde müthiş bir Suat Derviş yılı oldu, emeklerinize sağlık… Paneldi, sempozyumdu, podcast’ti derken, dolu dolu yaşadık Suat Derviş’i. Beyoğlu – Avrupa Pasajı’ndaki sergi de oldukça kısıtlı bir materyalle hazırlanmış olmasına rağmen, kanımca son derece başarılıydı. O serginin benim için en heyecan verici kısmı ise, Suat Hanım’ın ev arkadaşı Neriman Hikmet’e ait ses kaydı oldu. O kayıt nasıl ortaya çıktı ve sergide yer aldı?
Fatmagül Berktay, ölümünden çok kısa bir süre önce Neriman Hikmet ile görüşmeye gitmiş. Sanırım Rasih Nuri İleri aracılığıyla gerçekleşen bir görüşme bu. Fatmagül Berktay, Seval Şahin’i arayıp arşivinde yer alan kasetten bahsetmiş. Seval Şahin bana haber verdi. Fatmagül Berktay’ın evine gidip kaseti aldım ve MP3’e çevirttim.
Türkiye’nin geleceğine dair şu konudaki öngörünüzü merak ediyorum: Yıllar, çok uzun yıllar sonra bu ülkede edebiyatla, sanatla, bilimle, sporla uğraşan fedakâr insanların kıymeti anlaşılacak mı? Biz o günleri görecek miyiz dersiniz?
Anlaşılıyor bence. Kimi kendi zamanında, kimi yıllar, belki de yüzyıllar sonra ama şunu da düşünüyorum: “Benden sonra tufan!” Bir insan; üretimiyle hayatını kazanamadan, kıymet görmeden ölüp gittikten sonra değeri anlaşılmış ya da anlaşılmamış… Kaç yazar? Suat Derviş bu kadar ilgi ve değere mazhar olduğunu göremeden, yokluk içinde öldü. Nokta. Benim yaptığım, bizim yaptığımız kendimizi eğlemek günün sonunda. Tasavvufi bir kavramla isimlendirecek olursak ‘çilehane’ olan bu dünyada, bir şekilde çilemizi dolduruyoruz işte.
Son sorum biraz sürreal olacak, Serdar Bey: Suat Derviş’le bir kahve içme fırsatınız olsaydı eğer, o sohbette kendisine ne sormak isterdiniz?
Sormak değil ama teşekkür etmek isterdim. Sayesinde para kazandım, sayesinde çok şey öğrendim, sayesinde kendime bir amaç edindim. Günlerimi, haftalarımı, yıllarımı onunla geçirdim. Helal olsun. O da bana hakkını helal etsin. Umarım.
Çok teşekkürler, hem kendim hem de dergim Mikroscope adına…