Yeditepe Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, Sinema - TV Bölümü mezunu. Uluslararası Basın Enstitüsü’nde gazetecilik eğitimi aldı. Bahçeşehir Üniversitesi'nde Küresel Siyaset ve Uluslararası İlişkiler alanında yüksek lisans yaptı. Gazeteciliğe Mediacat dergisinde başladı. Hürriyet İnternet Grubu’nda editörlük yaptı, sitenin sosyal medya hesaplarını yönetti ve Yenibiriş Dünyası dergisini hazırladı. Yasakmeyve dergisinin Yazı İşleri Müdürlüğünü görevinde de bulunan Ercan, Varlık ve Sıcak Nal edebiyat dergileri için söyleşiler de yaptı. Babası Enver Ercan için “Enver Ercan: Sen Sözcüğün Tekisin” ve “Enver Ercan: Ben Şiirimi Yazarım, Sonsuzluk Varsa Gider” başlıklı iki kitap hazırlayan Ercan, biri Avusturya’da “Muhsin Akgün – “5”; biri Türkiye’deki Avusturya Konsolosluğu’nda “Ulaş Tosun - Permanently Temporary” olmak üzere iki serginin proje yöneticiliğini yaptı. Kadir Has Üniversitesi’nde uzun yıllar dijital iletişim alanında çalıştı. Yine aynı üniversite bünyesinde Modern Türk Edebiyatı Sempozyumları düzenledi. Ercan, son olarak Mikroscope dergisinde Yayın Koordinatörü olarak görev yapmaktadır.

Şehrin merkezindeki bir çıkmaz sokak ve orada yaşayan semt sakinleri… Siyasi çekişmelerin yaşandığı bir aile, tarihi belli olmayan bir askeri darbe, yalnız bırakılmış kız çocuğu, devrimci anne – baba, hayatındaki insanları daima koruyup kollayan Adalet Teyze, Lerna Hanım ve diğerleri… Zayi, çok katmanlı bir roman. Bunu hem tarihsel bir izleğe bağlı kalarak hem de flu alanlar bırakarak yapıyor; bu da insanı korkutuyor. Sibel Oral’la Zayi’yi, harp ve darp ülkesinde bir Selvi’yi konuştuk.

 

Zayi’yi Eylem Şafak Aydın Yetiş’e ithaf ediyorsunuz. Eylem, hayatınızın neresindeydi?

Bunu anlatmam çok zor. Eylem, 20’li yaşlarımdı. Birbirimizin “deli güzel” ve umutlu gençlik yıllarına şahitlik ettik. Beyoğlu’nun bizim kuşağa göre en güzel zamanlarında konserlerde, kitapçılarda, tiyatro kulislerinde, gençlik evlerimizde, anne-babalarımızın sofralarında, birbirimize yazdığımız şiirli şarkılı mektuplarda, İstanbul- Ankara otobüslerinde, Cihangir’deki evimizin bahçesindeki dut ağacında, bazen Shakespeare sonelerinde, bazen Ozzy Osbourne’nun “Mama, I’m Coming Home” ya da bana bizi hatırlatmak için yolladığı o son şarkıda… Eylem aslında artık her yerde. Zayi’yi de Eylem’e ithaf ettim çünkü yazma sürecime tanık olmuş, benimle çok uğraşmış, yükümü çekmişti. Ben Zayi’yi yazar ve yazamazken birlikte beklemiştik adaleti ya da Selvi’nin konuşacağı günü. İkisi de olmadı. Selvi konuşmadı, adalet gelmedi. 6 Şubat Depremi’nde Eylem de bu ülkenin enkazı altında kaldı. Eylem artık benim hayatımda o depremde kurtarılmayan binlerce insanın hepsi. Benim bildiğim alfabenin dışında bir yerde artık Eylem; Selvi’nin sustuğu yerde ya da bu ülkenin enkazından çıkarmak istediğimiz adaletin yanında bir yerde.

 

2004’te çıkmaz bir sokakta, büyük ve metruk bir binanın karşısındaki evde yazmaya başladım,” cümlesiyle başlıyor kitabınız. O sokak ve metruk ev şu anda duruyor mu ve o çıkmaz sokak sizin için ne ifade ediyor? Sonrasında gitme imkânınız oldu mu?

Hayır durmuyor, ilginçtir ki Zayi’nin yayıneviyle sözleşmesini imzaladıktan birkaç gün sonra yıktılar ve sonrasında yerine ultra lüks bir rezidans yapıldı. Yıkılmadan önce de yıkılırken de ve rezidans olduktan sonra da çok kez gittim. Çıkmaz sokak artık çıkmaz değil üstelik, rezidansın otoparkına giriş için bir yol yapmışlar. O zaman oturduğum ev duruyor, bazen gidip Zayi’yi yazdığım pencereye bakıyorum, seviyorum o pencereyi. Ama eski penceremin karşısında ultra lüks dedikleri rezidansı her gördüğümde Yeni Türkiye dedikleri şeyi görüyor, ama yine de gülüp geçiyorum.

Zayi; bir çıkmaz sokak ve metruk binanın vücut bulmuş hali.

 

Zayi, çok katmanlı bir roman. Tarihsel bir bütünlük içinde böyle bir romanı kurgulamak hem düşünsel hem de yazınsal anlamda sizi zorladı mı? Sizi bu romanı yazmaya iten neydi? 

20’li yaşlarımın sonlarında ilk romanım Beni Beklerken’i bitirmek istiyorum. Beni dış dünyaya bağlayan her şeyden kopma cesaretimin olduğu bir dönemdi. Gazetedeki işimi bıraktım ve bitirebilirsem ne yapacağımı bilmediğim bir romanı yazmak için o çıkmaz sokağa, o metruk binanın karşısına taşındım -ki bence tesadüf değildi- ve gerçekten de bir süre her şeyden koparak Beni Beklerken’i bitirdim. Sonrası boşluktu, sonrası karşımdaki boş, metruk binaydı. Maçka, Teşvikiye ve Beşiktaş arasında ilginç bir çıkmaz sokakta, kapısı penceresi kırık ve biraz korkutucuydu. Eskiden mezarlık varmış orada. Lerna Hanım’ın deyişiyle ölen insanların mezarları üzerine yaşayan insanlar için ev yapmışlar, sözde kemikleri de taşımışlar. Bana çok tuhaf gelmişti. Kamuya ait bir yermiş o zaman, sonra bir sürü dava, rant kaygısı yani bildiğimiz Türkiye. Bina boşaltılmış ama sonra metruk olmuş yani aslında metruk bina elit semtin “ötekisi” olmuş. Ben de kendime kapanmak için başıma gelecekleri bilmeden onun tam karşısındaki daireye taşınmıştım. Metruk ve harap yapıları severim ama Zayi’den bağımsızdı her şey en başında. 

Lerna Hanım’ı, Emine ile Çilem’i, Rızvan ve Rüstem’i birer öykü karakteri olarak zaten yıllar önce yazmıştım. Hepsi birer taslak öyküydü; harap, metruk ve yaşayan evler üzerinden kurguladığım öykülerdi, ama yıllardır defterlerde duruyordu ve farkında olmadan, kurgulamadan, ben ve defterdeki öykü kişileri o çıkmaz sokağa taşınmıştık. Bu karakterlerin kendi içlerinden çıkaramadıkları öyküleri, bir “ötekilik” halleri vardı ve tüm bunların müsebbibi Türkiye’nin ta kendisiydi. Sonra fark ettim ki karşımdaki o metruk bina da Türkiye idi. Selvi gibi susanların, Lerna gibi delirenlerin, Emine gibi çaresiz, Sophie gibi kimliksiz bırakılanların, Rüstem gibi devrim hayallerine küsmüşlerin ülkesiydi. Ama daha da önemlisi hepsinin hikâyelerinin pimini çeken de Adalet’i (ve adaleti) onların hayatından çıkaran Türkiye. Bunların hiçbirini önceden kurgulamamıştım, o çıkmaz sokak ve metruk bina o defteri açtırdı ve Zayi’yi yazdırdı.

 

Şehrin merkezinde bir semt ve bu semtin içinde yer alan bir çıkmaz sokağın sakinleri… Bu insanları bir araya getirirken nelere dikkat ettiniz? Sizin tanış olduğunuz insanlarla aralarında benzerlikler var mıydı?

Aslında hepsi hem kurmaca hem de değil. Rüstem gibi devrim hayallerini sağ çıkabildiği tabutlukta bırakan birçok insan var. Samandağlı Lerna Hanım karakteri gerçek hayatta bir semt pazarında “kokun neresi” sorusuyla hayatıma girdi. Anlamamıştım önce, sonra anladım meğer “kökün neresi” diye soruyormuş. Marika, Girit göçmeni ailemden kalan bir isim, mübadele zamanında koynunda getirdiği gümüş çay kaşıkları şimdi benim evimde, hikâyesi ise bende. Samatya’da yakılan kiliseden fırlayan güvercinler ve Hristo aslında Samatya’da bir kahvede dinlediğim bir anıdan. Bunlar hem gazetecilikten hem gündelik hayatımda karşıma çıkanlar, hayatıma karışanlar, daha önce yazdığım öykülere kaynayanlar. Yazdıklarım, gördüklerim, dinlediklerimle birlikte o çıkmaz sokağa ve metruk binanın karşısına taşınınca Zayi yazıldı.

 

Roman boyunca Selvi’ye eşlik eden ve yorumlarda bulunan büyük ve küçük kuzgunlar ne anlama geliyor?

Yazarken düşünmemiştim, kurgulamamıştım, ama galiba bu dünyadan göçüp de ruhu huzura kavuşmamışları temsil ediyor. Mesela Selvi’nin anne babası Suna ile Cevher’i, bir gecede kaybedilen Adalet’i… Selvi gibi, Lerna Hanım gibi iki dünya arasında kalanları ve fanilerden korkanları. Kuzgunları yazarken Edip Cansever’in “Tragedyalar”ını çok okudum, biraz o besledi galiba kuzgunları. 

 

Yazarken kurgulayan bir yazarım

 

Metnin içinde ilerlerken adeta ben de bir kahramanmışım gibi onların hayatlarına dahil olduğumu fark ettim ve bu bana oyun gibi de geldi. Metni bu şekilde şekillendirmek konusunda ne düşünüyorsunuz? Okuyucu için bu bir şans mıdır? 

Ne güzel. Yalnız değilsiniz Özge, 14 yıl geçti ben de çıkamadım, ama okur için şans mıdır bilemiyorum. İçinden çıkılmayan bir roman bence Zayi. Bunu iyi olduğu için söylemiyorum, çıkışsızlık ve çıkamadığın yerde kalakalma hali olduğu için söylüyorum. Ben yazacağım şey her ne ise onu önceden kurgulayamıyorum, yola çıkıyorum artık orada başıma, karakterlerin başına ve okurun başına ne gelecekse geliyor. Bu benim oyunum belki ama önceden kurguladığım bir şey değil, okuyanı da ortak edebiliyorsam ne mutlu.

 

Konuların bütünlüğüne baktığımızda romanı darbe dönemine ait bir siyasi bir temele oturtsak da sanki bugüne de çok sayıda gönderme yer alıyor. Kitabı yazarken vermek istediğiniz mesaj ya da mesajlar nelerdi?

Fark etmişsinizdir, Zayi’nin bir zamanı yok. Anlatılanlar 12 Eylül olarak da okunabilir, 12 Mart da hatta 15 Temmuz bile olur. Bahsi geçen “iç savaş” mesela sadece ülkede değil, roman karakterlerinin hayatlarında da kimliklerinde de var. 14 yıl önce yazmışım, bugüne baktığımızda değişen bir şey yok. Bir mesajım olsun mu olmasın mı diye düşünmedim ama farkındayım Zayi’nin birden çok mesajı var, sorusu var, yanıtları da var. Hepsi Türkiye. Hepsi bugün, hepsi dün ama umarım yarın da olmaz.

 

Bir aile, askeri darbe, yalnız bırakılmış bir kız çocuğu, Adalet Teyze, Lerna Hanım ve diğerleri… Hepsinin özelinde düşünürsek, tam olarak nerede buluşturabiliriz bu kişileri? 

Ben bir romanda buluşturdum bu kişileri. Hepsini çıkmaz bir sokağa “tıktım” ve karşılarına da metruk bir bina “diktim.” O binaya Türkiye diyorum, o bina onlara dayatılmış bir kimlik. Bende de var aynısı, sizde de. O binanın kapısı penceresi kırık, sıvası dökük, içi kokmuş ama çok güzel manzarası var. Altını kazdığımızda tarihi darbelerle, işkencelerle, baskılarla, faili meçhullerle, haksızlıklarla, sorulamayan hesaplarla, kayıplarla dolu içi. Metruk binanın temellerinde mezarlar var, hayalleri uğruna yok olanlar, yok edilenler var, iki dünya arasında kalanlar var, hesabı sorulmayanlar var. Ben sadece onları bir romanda buluşturdum, yetmedi romanın adını Zayi, alt başlığını da “Harp ve Darp Ülkesinde Bir Selvi” koydum. Zayi kelimesinin anlamında buluşuyorlar bence. Eskiden zayi ilanları vardı hatırlarsınız, işte tam oradalar ve “hükümsüz” değiller. Ben de “zayi”yim, siz de öylesiniz ama bir yandan da değiliz; bakın yazıyor, üretiyoruz, bize dayatılan tüm tehdit ve geçmişten gelen korkulara rağmen bir şekilde mücadele ve dayanışma içindeyiz, “hükümsüz” değiliz. Az önce romanın mesajını sordunuz, roman kendi versin yanıtını ben kendi adıma yanıt vereyim; bu ülkenin bir bireyi olarak, geçmişi bilen, bugünü tüm acılarıyla yaşayan, birçok şeyle mücadele etmek zorunda olan, her şeyin farkında olan, sıradan bir insan, bir gazeteci, bir kadın, insan yetiştiren bir anne, bir yazar olarak buradayım, buradayız ve hükümsüz değiliz.

 

Bir de şunu merak ediyorum; Adalet teyze, gerçekten de adaletin ta kendisi olabilir mi?

Tam da öyle sevgili Özge. Bir roman kahramanı olan Adalet kayıp, onu alıp götürdüler ve kaybettiler ve roman kahramanı olmayan “adalet” de kayıp, “zayi” oldu bugünün Türkiye’sinde. Roman Zayi de onun kaybının “ilanı”dır ama altını çizeyim: hükümsüz değildir. Bir gün gelecek adalet, bir şekilde gelecek, belki bize değil bizden sonrakiler için ama gelecek.