Yazar. Ayrıca Medyascope'ta Zeytin Dalı ve Sabun Köpüğü programlarını hazırlayıp sunuyor.

 

Past Present Future

Kendi dilimden fırlayıp çıkarak dönüşmeye başladım bile. Fakat bu imkânsız. Yani bu imkân dahilinde olmasını istediğim bir şey. Yine de zamanı başka bir dilde yakalamak isteğimi konuşmalıyız. Bu konuşma gerçekleşmeli. Bir diyaloğa dökülmeli. Şöyle bir diyalog…

Eninde sonunda çaresiz bir diyalog. Tüm diyaloglar gibi.
Döne dolaşa geçmişin şimdi geldiği, yaşandığı bir diyalog. Geçmiş şimdi geldi. Yine geldi işte. Sıkıldım. Yazmaktan.

 

Müge İplikçi: Bugün “Adı Olmayan İkinci Öykü” diyeceğiz ve konuğumuz Aynur Kulak. Aynur Kulak, İstanbul’da doğdu ve 2005 yılında İnkılap Yayınları tarafından “Günlerden Bir Gün” romanı yayımlandı. Kendisini söyleşileri ve kitap incelemeleri ile tanıyoruz ve bugün Zeytin Dalı’nın konuğu, hoş geldin Aynur. “Adı Olmayan İkinci Öykü” ile bizlerle buluştun. İşaret ettiği hususlarla başucu kitabı olmaya aday… Öncelikle kahramanımızı tanımak, neden böyle bir adla karşımızda diye başlamak istiyorum, ne dersin?

Aynur Kulak: Tabii ki buradan başlayalım. Ad mevzusu çok önemli bir mevzu aslında, yani isim meselesi aslında çok önemli bir mesele. Bütün dönemlerde, insan var olduğu müddetçe hep en önemli maddelerden biri fakat içinde bulunduğumuz çağ dolayısıyla bu ad mevzusunda birazcık farklı bir noktaya gelindi artık. Önceden, gerçekten bir adın olması, bir kartvizitinizin olması yani “hamilikart yakınımdır” meselesi çok önemliydi. Adlardan ziyade, yani sıfatlar artık o kadar önemsiz bir noktaya geldi ki, daha önemli olanın kapital düzende para olduğu bir meselede sizin adınız pek de varlık gösteremiyor. Yani ne kadar çabalarsan çabala, ne kadar büyük bir doğruluk ve dürüstlükle çalışıyor olursan ol, adınız gölgede kalabiliyor artık. Önceden dediğim gibi bu ad, bir insanın adının ve soyadının olması, oradan yürümek, oradan hayata tutunmak çok önemli bir meseleydi. Fakat artık öyle bir noktaya geldik ki belirsizliklerin çok olduğu, yani düzenin bu anlamda olmadığı… Hani sanayi toplumunun getirdiği bir düzen vardı ya, artık o düzenin de tamamen bozulduğu, son iki-üç yıldır özellikle pandemi dönemiyle, artık o düzenin de çok sağlanamayacağı bir döneme doğru giderken biz, tırnak içinde söylüyorum “her şeyin gerçekten de para olduğu ve sizin çalışmalarınızın, adınızın, vesairenizin çok da önemli olmadığı bir döneme doğru çok hızlı girdik.” Bu kadarını bekliyor muyduk, hayır beklemiyorduk ama gerçekten de çok hızlı bir giriş yaptık. Bu yüzden de artık ad mevzu değil de artık gündelik hayatta bile nasıl hayatta kalacağınız çok önemli. Bırakın ileriye dair bir planınızın programınızın olması, günlük olarak da sizin yaşayabilmeniz çok önemli hale geldi bu hızdan dolayı. O yüzden de bu ad mevzusu, bu hem adsızlık hem de adının ad olma mevzusu benim için önemliydi. Bu karşıtlığı kurmaya çalıştım kitapta.

Müge İplikçi: Burada bir parantez açayım. Neden ikinci tekil şahıs? Örneğin: adım değil de neden adın?

Aynur Kulak: Dediğim gibi ikinci tekil şahıs çünkü birincil olarak ne kadar çabalarsanız çabalayın bir varlık gösterebilme şansınız artık o kadar da önemli değil veya o kadar üst noktada değil. Yani o yüzden siz kendi benliğinizle, varlığınızla ve kişiliğinizle bir şeyler yapmaya çalışıyorsunuz bu hayatta. Ki bireysellik çok ön plandaydı. Birey olabilmek, bir toplumun içinde gerçekten ne yaptığını bilen ve ayakları üstünde durabilen bir varlık olarak, birey olmayı çok itelediler hepimize. Şimdi de tam tersi, yani o kadar hızlı bir geçişle farklı bir noktaya doğru gitmeye başladık ki ikincil olmaya başladık. Sizin oradaki bireyliğiniz de önemini yitirmeye başladı. Artık hızla önem sırası değişiyor, çok büyük bir hızla, çok baş döndürücü bir hızla. O yüzden de buradaki karakterde özellikle bunu vermeye çalıştım. Hani şehir hayatında özellikle modern bir hayatın içindeyseniz bu ad konusu evet ikinci tekil şahsa düşüyor sürekli. Siz ne yaparsanız yapın, çok hızlı gelişiyor her şey.

Müge İplikçi: Bir yandan da şunu düşündüm, onu okur safhasında da belki konuşabiliriz. Aslında sen, “Ey okur! Artık kimliğin yok, dikkat et” diye bir uyarı sanki.

Aynur Kulak: Evet, aynen öyle. Çok doğru bir yere temas ediyorsunuz. Bu anlamda da okuyucuyla bir konuşma derdi olan da bir öyküler toplamı bu. Yani o konuşmak istiyor çünkü biz aynı zamanda bu kadar hızlı değişen bir ortamda şunu da yakalayamıyoruz artık. Hani hangi dönemde yakaladık o da soru işareti ama şu var; bir şeyler anlatmak istiyoruz karşı tarafa ama karşı taraf dinleme derdinde değil. Ben de söyleyeceğim derdinde. Yani ya “Aynur’un derdine ya da Müge’nin derdine” bu anlamda birazcık “onu dinleyin ve onun dertlerine odaklanmayın”dan ziyade “ya benim de şu dertlerim var ya sen kendininkine dert mi diyorsun” şeklinde. Karşı tarafın anlatmaya başladığı, dinlemekten çok da hazzetmediğimiz bir dönemi yaşıyoruz aslında, o yüzden bu metinlerin, dokuz öykünün aslında dertlerinden biri de anlatmak. Burada da tercih ettiği kişi, kimi okuyucu tabii ki. Artık elimizde başka bir şey kalmadı okuyucudan başka.

Müge İplikçi: Şimdi 21. yüzyıla ayna tutması açısından kıymetli buldum bu satırları. Gerçekten yaşadığımız bu savrulmaya, yoksulluğa, yoksunluğa cevap veren öyküler bunlar. Bir diğer yandan bunu takip ederken yine karşımıza aile çıkıyor. Yani çağdaş metnin en temel sorunsalı bu aslında ve tabii bunun altını ısrarla çizen yazarlara sorduğum o soruyu yine soracağım: Neden aile? 20. yüzyılın vebasıydı. Ya 21. yüzyıl?

Aynur Kulak: Her daim, her dönemde. Aile şöyle bir şey: Aile hem çok sorunlu bir yapı hem de en kutsal değer. Bu ikisinin arasından o ince çizgiyi oluşturmak kişinin kendisine kalıyor aslında. Aile eşittir toplum. Yani topluma kendimizi ispatlamak açısından da önemli. Evet, yol alıyoruz hızla şeyler yapıyoruz ve başarıyoruz da. Çalışıyoruz fakat tekrar tekrar aile karşımıza çıkıyor. Metinlerdeki aile meselesi hem geçmiş hem şimdi hem de gelecekle alakalı. Yani oradaki zaman mevhumunu da birleştirerek yapmaya çalıştım naçizane çünkü gerçekten de yani kişinin gündemi veya dönemi ne olursa olsun geçmişe savruluyor, şimdi de hesaplaşıyor ve geleceğe doğru ailesiyle ilgili de bir hesaplaşmaya gidiyor. Yani gelecekte yapacağımız şeyler aileyle alakalı. Her daim, her dönemin problemi olacak aile çünkü orada büyüyoruz, kişiliğimiz orada oluşuyor ve bütün karşıt davranışlarımız da aslında orada oluşuyor. Topluma girerken de çalışma hayatınızda da oradan getirdiğimiz şeylerle birey olmaya çalışıyoruz.

Müge İplikçi: Buradan belleğe geçmek istiyorum çünkü “Adın” düşerek karşımıza çıkıyor ilk satırlarda. O düşüşü sembolik olarak değerlendirmek mümkün. Direkt düşüş olarak da algılayabilir okur ama ben biraz sembolik yanına odaklanmak istiyorum. Belleğin atlamaları biçiminde okuduğumu ifade etmeliyim bu düşüşü.

Aynur Kulak: Doğru, belleğin atlamaları… Sizin söylediğiniz gibi evet soyut aslında ama somut tarafları da var. Oradaki karakterin düşüşü somut yani orada bir şey yok ama sonraki öyküler devam ettikçe meydana gelen düşüşler ve ayağa kalkışlar, devam edişler soyut. Düşmek ilk önce bilincimizde meydana gelen bir şey, belleğimizde meydana gelen bir şey. Ondan sonra somut düşlerden bahsedebiliriz ve aynı zamanda şununla da alakalı, bilincimizde meydana gelen bu “psikolojik düşüşler” öyle söyleyeyim ters psikolojiye de sebebiyet verebiliyor. Aslında burada yakalamaya çalıştığım birazcık bilinç ve bellekle alakalı olarak psikolojik düzeyini yakalamaya çalıştım meselenin. Çünkü düşmek benim için hayata devamın bir tekabülü, devam etmenin, kalkmanın, yürümenin bir tekabülü aslında, bitirmenin değil kesinlikle.

Yani hepimiz düşüyoruz ve hepimizin düşmeleri kendimize özel. Fakat burada aynı özellikte olan şey de kalkışlarımız, yani herkesin kendi bilincinde ve birliğinde kendine dair kalkışları vardır.  Birazcık bunu yakalamaya çalıştım, birazcık bunu anlatmak istedim okura. Düşmek somut olarak var ama kalkışlarımız da bir o kadar bize özel.

Müge İplikçi: Nasıl kalktığımız da önemli galiba; edebiyat cephesinden bakıldığında. Şimdi bu kitapta bu kalkış hiçlik ve adsızlığa soyunma biçiminde oluyor okurken naçizane böyle düşündüm. Beni de en çok heyecanlandıran biçimi bu oldu, “Hadi devam ediyoruz, nerede kalmıştık” değil. Kitabın son satırlarında Emily Dickinson’a verilen referans bağlamında düşünecek olursak, “hiçliktir, adsızlıktır ve bu kimlik bombardımanına kimliksizliktir verilecek cevap” biçiminde satırlar bizimle buluşuyor.

Aynur Kulak: Kesinlikle çok doğru, Emily Dickinson’ın oraya girme sebebi, bu öykülerin içinde olma sebebi de tesadüf değil. Tam da sizin bahsettiğiniz gibi hiçlik ve adsızlık meselesi aslında. Bunu maalesef çok da yakalayamıyoruz çünkü öyle büyük bombardımanlar altında yaşıyoruz ki hani sıfatlar, mertebeler vb. ne olursa bu çok önemli ve bu dikte ediliyor. Sanki başarı buradan gelecekmiş gibi bir dikte söz konusu.  Özellikle bu içinde bulunduğumuz yüzyıllarda ivmesini giderek artıran bir mesele. Bizim aslında benlik kaygılarımızın, düşme kaygılarımızın, devam etme süreçlerimizin içindeki en büyük mesele aslında, hiç kimse olamamak. Bir yandan da kimse olma gibi bir şansı size verilmiyor oluşu Emily Dickinson’ın şiirini o anlamda bu dokuz metin içinde görmemize yol açıyor. Sanayi Devrimi ile beraber, maalesef biz birçok aşırı kimlik meselesinin içine bürünmüş durumdayız. Adsızlık kavramı da buradan geliyor, sizin de değindiğiniz gibi hiçlik kavramı da buradan geliyor aslında. Emily Dickinson’ın şiirini o yüzden koymak istedim.

Müge İplikçi: Bunun bir de şehir boyutu var. Kimliğimizi yoran başka bir boyut; mega kentlerin içerisinde bir başka kimliğin inşası üzerimize sürekli olarak yaftalanıyor. Bir yandan da geceye vurgu var. Gece acaba her şeyi eşitlemesi anlamında kıymetli bir geçiş mi?

Aynur Kulak: Şehir hayatında şöyle böyle hissetmek istiyoruz aslında: gecenin daha kıymetli olduğunu düşünmek istiyoruz, onun daha önemli olduğunu düşünmek istiyoruz. Gündüz hayatına nazaran, şehirlerde yaşıyorsak eğer o yüzden geceye çok değerli atıflar yapılmış. Gece üstüne çok değerli şiirler yazılır bu yüzden ve öyküler yazılır aynı zamanda çünkü bunun böyle olmasını isteriz. Gündüz o kadar yoğun bir şekilde şehirle uğraşmışızdır ki… Bunun böyle olmasını isteriz, o yüzden de geceye çok değerli atıflar yaparız zaten o metinlerde siz de dikkat etmişsinizdir. Okuyucuyla artık konuştuğumu daha çok belli ediyorum çünkü gecenin içine çekiliyorum ve artık daha rahatım o anlamda. Pencerenin karşısına oturup şehre karşı konuşabiliyorum. Okuyucuyu da yanıma almak istiyorum bu anlamda çünkü her anlamda rahatlıyoruz. Okuyucuyla konuşurken de mesela gece yazmak diye bir şey vardır edebiyatın içinde.

Müge İplikçi: Okur faslı… Kitabı en ilginç kılan hususlardan biri bu. Alenen ona sesleniyorsunuz.

Aynur Kulak: Artık sesleneceğim kimse kalmıyor.

 Müge İplikçi: Şimdi onu soracağım tabii. Okur nerede duruyor ve son sayfada… Hadi o tüyoyu da verelim, okurun verdiği cevabı nasıl değerlendirebiliriz?

Aynur Kulak: Herkes, her okur kendine göre cevap verecek. Bir okur kitlesi vardır, sadece okuyan.  O iyi metinleri kovalar. Bizler söyleşi yapan taraftan olarak işe birazcık teknik açılardan da bakabiliyoruz. Kitap inceleme yazıları yazan, söyleşiler yapan kişiler olarak. Bir de sadece okur kitlesi var, sadece edebiyatı takip eden. Onlar çok kıymetli. Evet, onlarla oturup gerçekten çay kahve içmek ve onların yazdığınız metinle ilgili ne düşündüğünü öğrenmek çok değerli ve çok önemli. O yüzden aslında baştan beri hem kimse kalmadığı için tabii ki konuşacak hem de onlar çok kıymetli olduğu için okura artık hani “Seninle konuşuyorum, seninle konuşmak istiyorum, seninle bir diyalog halinde olmak istiyorum” dedim. Hani dayanamadım ve öykülerin sonunda artık dedim, şu baklayı ağzımdan çıkarayım. Dayanamadım. Sizsiniz benim burada aslında diyalog halinde olmak istediğim kişiler. Aileydi, iş hayatı, sosyal çevre, arkadaşlar… İşte o saf okuyucuya ulaşmaktı aslında hedefim ve sizinle konuşmak istiyorum dedim.

Müge İplikçi: Edebiyatın adsızlık konusunda ya da kolektif bilinç ve farkındalık noktasında nerede durduğuna inanıyorsunuz Aynur Kulak?

Aynur Kulak: Çağdaş edebiyat içerisinde birçok kişiyle söyleşiler gerçekleştiriyorum. İlk önce şunu söyleyeyim bunu gerçekten çok severek yapıyorum ve bu yaptığım şeyden çok mutluluk duyuyorum. İçinde bulunduğumuz dönemle ilgili yaptığımız işlerde tam olarak değer bulamıyoruz, neden yaptığımıza dair bir değerlendirme yapmak belki de içinde bulunduğumuz şu an itibarıyla çok mümkün değil. Bunu da düşünerek söylüyorum fakat birçok konudan şikâyet edip birçok konuyla ilgili eleştirilerde bulunup, serzenişlerde bulunup çağının işlerine bakmayan, çağında hâlihazırda yazan ve kitapları yayınlanan bir mecraya bakmamayı da ilginç buluyorum açıkça söylemek gerekirse. Yani çok şikâyet ediyoruz ama şikâyet ettiğimiz noktada nasıl bir çözüm getireceğiz ve gerçekten görüyor muyuz yapılan bazı şeyleri yoksa gözlerimizi kapatıyor muyuz? Dürüst müyüz bu konuda gerçekten, bunu da çok düşünmeden edemiyorum yaptığım işler kapsamında. Çünkü çağdaş edebiyat gerçekten çok değerli bir yapı. Neden? Çünkü yazarları yaşıyor, ben yaşayan yazarlarla ortaya çıkardıkları metinlerle ilgili konuşmayı çok seviyorum. Bu adamlar ve bu kadınlar neden yazıyorlar, hani neden hâlâ kitaplar büyük bir hızla basılmaya devam ediyor, üstelik ciddi bir ekonomik kriz içerisindeyken ve bütün fiyatlar almış başını giderken. Demek ki hâlâ bir okuyucu kitlesi var bundan bahsedebiliriz, demek ki hâlâ yayınevleri bundan bir kazanç sağlayabiliyorlar ve okuyucusu var, bunların bir alıcısı var.  Okunuyor bu kitaplar yani, okunmasa bu kadar basılır mı? Mümkün değil. Ve bizler bu hâlihazırda yapılan çabalara gözlerimizi kapatıyoruz, kulaklarımızı kapatıyoruz ve ondan sonra da şikâyet ediyoruz. Şöyle gelişmiyor, böyle olmuyor falan ama bununla ilgili yapılan şeyler var. İlk önce neden bunları görmeyi denemiyorsunuz? Mesela bu yüzden de çağdaş edebiyatı elimden geldiğince iyi veya kötü hiç fark etmez göstermeye çalışıyorum. Çok önemli. Bütün metinler tabii ki iyi değil, Hepsinden çok büyük oranda performanslar bekleyemeyiz. Bunları hiç görmemek mi daha iyi yoksa en azından bu çabaları birazcık gösterip “Bakın burada da böyle işler var, siz hani eleştiriyorsunuz ve hani iyi işler yapılmıyor falan diyorsunuz ama bir çaba var. Yani bu çabayı en azından görmek açısından, bir şeyler yapılmalı noktasında çağdaş edebiyatı çok değerli buluyorum. Bu yüzden elimden geldiğince, mümkün olduğunca çağdaş kitapları takip etmeye ve onları birazcık göstermeye çalışıyorum. Bu çünkü çok kıymetli bir durum.

Müge İplikçi: Kısaca adını koymanın önemli olduğunu söylüyorsunuz değil mi?

Aynur Kulak: Adını koyarak, bazı şeylerin arasında yani birçok şeyin arasında, bunların da, bu çabaların da varlık gösterdiğini birazcık göstermeye çalışıyorum.

Müge İplikçi: Çok teşekkür ediyoruz tüm bu çabalar için. “Adı Olmayan İkinci Öykü” kitabınızla Zeytin Dalı’na katkı sağladınız, var olun Aynur Kulak.

Aynur Kulak: Çok teşekkür ederim Müge Hanım, davetiniz için, güzel sorularınız için ve Adı Olmayan öyküleri bu şekilde değerlendirdiğiniz için çok teşekkür ederim, ellerinize sağlık.

Deşifre: Zeynep Asutay