Müge İplikçi: Zeytin Dalı’ndan herkese merhaba. Bugün Marmaris doğumlu bir yazarla birlikteyiz. Fatma Nur Kaptanoğlu, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. Daha sonra Bahçeşehir Üniversitesi’nde kısa film yönetmenliği eğitimi aldı ve aynı zamanda birçok dergide yazarlık ve editörlük yaptı, halen de yapıyor. Sayısız sorumluluk projesinin hayata geçirilmesinde adını görüyoruz Kaptanoğlu’nun. 2017’de çıkan bir kitabı var “ Kaplumbağaların ölümü”, daha sonra 2019’da “Homologlar Evi” onu takip ediyor. Biz bugün Ateşten Atlamak adlı üçüncü kitabını konuşacağız ve bu kitapta bize çok ilginç bir yerden sesleniyor yazarımız. Ateşten Atlamak, ilk etapta, son günlerde yaşadığımız yangınları çağrıştırıyor. Aslında bizi zaman olarak götürdüğü bir Hıdırellez Günü. Üzerinden atlanacak olansa dileklerle buluşacak olan o ateş atlayışı, o farklılık, o yeniye doğru atılan adım mı acaba? Böyle görünüyor ama diye devam edeceğim ve bu ‘ama’ için de sevgili Fatmanur Kaptanoğlu’yla birlikteyiz. Ona o ‘ama’yı soracağım. Hoş geldin, hoş geldiniz.
Fatma Nur Kaptanoğlu: Hoş buldum. Teşekkür ederim öncelikle, bu kıymetli programa beni de davet ettiğiniz için. Ve güzel yorumlarınız için de teşekkür ederim ayrıca.
Müge İplikçi: Çok yakın hissettim kendimi, onu söyleyeyim. Üslup çok sürükleyici üç-dört sayfadan sonra zaten kitaba kendimi bıraktım, o beni aldı götürdü. Ellerine sağlık.
Fatma Nur Kaptanoğlu: Çok teşekkür ederim. Ne güzel ortak bir hikayede buluşabilmişiz. Zaten bundan daha da önemlisi yok diye düşünüyorum bir yazar için. Marmaris doğumluyum. Marmaris’te olanlar ve sahil kasabasında doğup büyüyen kişiler bilir. Hıdırellez çok özel olarak kutlanır bizim orada ve bu aslında Şamanizm’den gelen bu gelenek İslamiyet’le birlikte birleştirilip ondan da hiçbir şekilde vazgeçmeyerek, iki tarafın dengesini tutarak, nesilden nesile aktarılarak devam eder. Benim de çocukluğum her zaman Hıdırellez gecelerini büyük bir coşkuyla kutlayarak geçti. Küçük bir sahil kasabasında doğup büyümenin de bu tarz motiflere çok ciddi bir etkisi olduğuna inanıyorum her zaman. Kitapta bir Hıdırellez gecesindeki ateşten atlamak eylemi var. Hem de bu ateşten atlamak, yani bu öykü kitabındaki iki karakterin de, kendi hayatında karşılaştıkları zorluklar ve yenilikler karşısında gösterdikleri cesaret ya da cesaretsizlik üzerine kurulan bir metafor olarak da karşımıza çıkıyor aynı zamanda. Bu sebepten iki tane öykünün içinde, ilk karakter kendi ateşinden atlamayı büyük bir cesaretle başarırken ikinci karakter, bu konuda birazcık daha çekimser kalıyor. Ve o kendi ateşiyle hem karşılaşmak istemiyor hem atlamak istemiyor. Ama hayat zaten biraz da böyle ve biz de atladığımız ve atlayamadığımız o ateşlerle kendi karakterimizi oluşturuyoruz. Aslında burada iki karakterde de vermeye çalıştığım şey, o metaforun dışında gerçekten bizi biz yapanlar. Ve bu ateşler de sürekli hayatınızda değişiyor. Birazcık bunu ön plana çıkarmaktı amacım. Her iki tarafı da ele almak istedim.
Müge İplikçi: Tercihler de tabii, elbette. Yani onların da altı ısrarla çizilmiş ve bizi bambaşka yerlerde, bambaşka şeylerle buluşturuyor diyebilirim. Şimdi Fatma Nur, yerler yani mekansallık anlamında da düşünülecek iki uzun öykü bu. Ateşten Atlamak birinci öykümüz Daha Uygun Bir Kader ikinci öykümüz. O küçük yerlerde zamana ve mekana dair söylediğin sözler de var. Bu anlamda bu karakterleri niye oraya hapsettiğini soracağım sana. Kurguya nasıl bir akış kazandırmasını istedin?
Fatma Nur Kaptanoğlu: Aslında şöyle buna birazcık daha geniş bir yanıt vermek istiyorum. İlk kitabım Kaplumbağaların Ölümü. İstanbul’a yerleştikten sonra çıkardığım bir kitaptı ve ben on sekiz yaşına kadar Marmaris’te yaşamıştım. On sekiz yaşından sonra üniversite hayatını Eskişehir’de tamamlamış biriyim ki Eskişehir’i de biliyorsunuzdur. Çok büyük bir şehir değil. Çok düzenli bir şehir aslında, Marmaris’in birazcık daha metrekaresinin genişletilmiş hali gibi bir yer. Bu yüzden aslında çok da küçük bir yerden büyük bir şehre gitme şaşkınlığını üniversitede yaşamamıştım. Bunu ilk İstanbul’a geldiğimde yaşadım. Ve Kaplumbağaların Ölümü ve Homologlar Evinde’ki öyküler de, doğasını küçük şehirden çıkıp büyük şehirin içinde kaybolan, o telaşta kendini bulmaya çalışan ve kendisiyle ve başkalarıyla karşılaştıkça da şaşıran karakterlerin öyküleriydi. Ama pandemiyle birlikte evlere döndüğümüz ve büyük şehirlere geldiğim zaman o sahil kasabasına bir gönül borcum olduğunu fark ettim. Çünkü orası benim doğup büyüdüğüm yer. İyisiyle ve kötüsüyle tabii ki bunun avantajı ve dezavantajı çok fazla ve dedim ki “bir gün oraya dönemeyebilirim” aslında hep dönebilme ihtimalimi bir köşede tutuyordum ama pandemi biraz bende bu hissi uyandırdı. Hani hep oradadır, gitmeyi tercih etmezsiniz ama onun oradaki garantiliği sizi rahatlatır. Pandemide uçağa bile binemedik ve dedim ki “gerçekten gidememe durumum olabilir”. Halbuki içten içe orayı özlediğimi ve sevdiğimi de fark ettim. Biraz aslında bu hem çocukluğuma, hem de doğup büyüdüğüm yere sunduğum bir diyet diyebilirim. O coğrafyanın size yüklediği bazı değerler, hayatınız boyunca hep sizinle birlikte devam ediyor. Bu bence de güzel bir şey. Bu arada, tabii ki belirli noktalarda bunu aşmak gerek ama belirli çizgileri taşımanın karakter için önemli olduğunu düşünüyorum. Biraz bu şaşkınlıkla da bu sefer artık dedim ki “biraz da özlemle, karakterlerim ve benim gibi doğup büyüdüğüm küçük kasabalarda, biraz daha kendi problemleriyle sıkışmış karakterler olsun”. Aslında bu bilinçli bir tercih.
Müge İplikçi: Bir diğer yanda da hayaller var tabii ki. O hayallerin ilk öyküdeki genç kadına ve ikinci öyküdeki Abaven’e kattıkları var, katamadıkları var, onları savurduğu noktalar var. Biraz onları konuşmak istiyorum, hayallerin mekansallık anlamında nasıl bir karşılık bulduğuna dair bir soru diye de kabul edebilirsin bunu.
Fatma Nur Kaptanoğlu: Evet, o da şöyle aslında. Küçük yerlerde, belirli imkanlarınız ve belirli seçenekleriniz vardır. En fazla bir durum veya olay için, iki seçenek arasında kalabilirsin. Bu tabii büyük şehirlerde çok daha farklı, fazla seçeneğin insan önüne sunulmasıyla bir farklılık yaratıyor. Şimdi küçük yerlerde, bu kadar az seçeneğiniz olduğunda, hayallere daha çok sığınıyorsunuz ve bir yerlerde bu hayallerin gerçekleşmesi için de daha çaba gösteren bir yapıya sahip oluyorsunuz. Aslında ilk öyküdeki Ateşten Atlamak’taki ve Daha Uygun Bir Kader’deki karakterlerin hayalleriyle olan mücadelesi, onları zaten kendi yolculuğunda en önemli yol katettiren özelliklerinden biri. Bunlar aslında küçük şehirlerde doğup büyüyen ve çocukluklarını bu şehirlerde, canı çok sıkılarak geçiren kişiler, ki ben öyle bir çocuktum ve çıkışı edebiyatla buldum, kitapla buldum. Hani onların dünyasını okuduktan sonra, hayal dünyasının nasıl gelişilebileceğini ve taşıdığınız kalbin bile çok farklı atabileceğini ben sanat sayesinde keşfettim. Bu da tabii ki hayallerimin çok daha yüksek olmasını sağladı.
Müge İplikçi: Bu anlaşılır bir şey. Ama bir diğer tarafta da çok somut bir gerçek var. Kasabanın ötesinde “aile”. İki öyküde de o ailenin ağırlığını insanları soluksuz bırakışını görüyoruz, temel sorun aslında iki öyküde de, o mekana eklemlenebilecek aile olgusu.
Fatma Nur Kaptanoğlu: Ben hep şuna inanıyorum, dünyanın en iyi ailesine de sahip olsak ya da bir ailesizlikle de sınansak hayatta, bir birey olabilmek için atlamamız gereken en önemli engel o aile olgusu. Hem olma haliyle, hem de olmama haliyle. Yani istediğimiz en büyük başarıları göstersek de, maddi olarak kendimizi güçlü hissetsek de o içten, o manevi bağları kendimize göre koparmadığımız sürece gerçekten birey olabilme ihtimalimiz çok zor. Ve bu küçük yerlerde, sadece çekirdek ailenin çerçevesinde de gerçekleşmeyen bir durum. Çünkü kasabalarda herkes birbirini tanır, yolda yürüdüğünüz zaman sizi görürler, babanızı tanırlar, annenizi tanırlar… Bu otomatik olarak sosyolojik anlamda sizin üzerinize farklı bir yük bindirir. Kendinizi net bir şekilde özgür hissedemezsiniz. Aslında bu iki karakterin de küçük kasabalar içinde, ailesiyle bu kadar çok meselesinin olması, ailelerin o mahalle baskısı dediğimiz “acaba diğer insanlar ne der?” korkusuyla, çocuklarıyla bire bir ve yakın ilişki kuramamasından kaynaklı.
Müge İplikçi: Ben burada küçük bir not almışım, izin verirsen kitaptan paylaşmak istiyorum. İkinci öyküde, Daha Uygun Bir Kader’de Abaven’i, karakterimizi çok hoş yansıtan cümlelerin var. Diyorsun ki “Abaven, üniversiteyi hala bitirememenin gerginliğini, evde her geçen gün daha fazla hissediyor. Babasının sığlığı, annesinin sözüm ona aldırışsız tavırları ve Abaven’in bundan on sekiz yıl önce ölen küçük kız kardeşinin yokluğu, kıvrılıp giden ama hiçbir yere varamayan zorlu bir yol. Bu yolu her aşmaya çalıştığında, kendi çelmelerine takılıyor Abaven. Ne gerek var diyor, tüm bunlara ne gerek var?”. Kitabın, daha doğrusu öykünün sonuna doğru ise bizi çok ilginç bir şekilde sarmalayan cümlelerin var “ya böyle olmasaydı”. Şimdi bu da aslında galiba bu tür mekanlarda temel olan, keşkelerle ilgili… O keşkeler, bu tip mekanlarda daha mı çok gözümüze çarpıyor sence ve neden?
Fatma Nur Kaptanoğlu: Hem evet, hem hayır diyebilirim buna. Yani küçük şehirlerde ve küçük kasabalarda yaşayıp büyüyen kişiler dediğim gibi, o bakımdan bir an önce çıkabilmek için, daha hırslı bireyler ve daha özgür hisseden bireyler olabileceği gibi, tamamen öğretilen o sisteme uyup birilerinin kaderini değiştirmek, yani kendi kaderini değiştirmek, için bile birilerinden medet uman, hani “keşke böyle olmasaydı”, “keşke başımıza bu gelmeseydi” diyen insanlar da olabiliyor. Aslında bu kitapta vermeye çalıştığım şey, küçük kasabaların nasıl… Tabii ki de bu dediğim şey de hani, bir kalıp ama bunun istismarı her zaman vardır, iki farklı insanı nasıl doğurabileceği.
Müge İplikçi: Bir diğer yandan da yan karakterler diyebileceğimiz Sonya ve Linda var. Okurken, karşılıklı okudum açıkçası. Birbirini tamamlayan karakterler gibi okuduğumu da söyleyebilirim. Şimdi hazır, yazarını bulmuşken sormak istiyorum. Bunların birbirlerine benzeyen motifleri var mıydı yazarken senin kafanda, yoksa tesadüfen aktı gitti mi?
Fatma Nur Kaptanoğlu: Aslında benzeyen demek istemiyorum ama başka fırsatlar ve başka hayatlarda, birbiri olabilecek iki farklı karakter olduğunu söyleyebiliyorum onların. Sadece hayatlar ve fırsatlar ikisine eşit sunulmamış. Ve bu sebeple de bir bambaşka bir noktadayken, biri bambaşka bir noktada olmuş. Ama bence hoş bir detay yakalamışsın. Daha önce hiçbir söyleşimde böyle bir soruyla karşılaşmamıştım, teşekkür ederim. İkisi de aslında hem aynı, hem de birbirinden o kadar da farklı. Çünkü koşullar ve bulundukları konumlar ve eşit değil.
Müge İplikçi: Evet birer yol gösterici olarak da düşünülebilirlerdi.
Fatma Nur Kaptanoğlu: Ortak noktaları bu, evet.
Müge İplikçi: Evet, şimdi bir de tabii, daha hassas bir noktaya gelmek istiyorum: babalar… Baba figürü bu iki uzun öykü de varken yok, yokken de yok esasen. Bunu nasıl aktaracaksın bize, bu neden böyle?
Fatma Nur Kaptanoğlu: Bu zor bir soru, babam bunu izlemesin diyormuşum ve mutlaka izleyecektir. O da zaten kitabı okuduktan sonra benimle bu konu hakkında konuştu ve söyledi. Şöyle, bu aslında tabii ki tamamen benim aile yapım özelinde olmasa da, Türkiye’de yaşayan var olan tüm ailelerin temel problemi. O ataerkil sistemdeki baba figürlerini, insanları şaşırtmadan kullanmaya çalıştım diyebilirim. Çünkü istisna babalar tabii ki var ama çoğunluk gerçekten bir şey bilse de bilmemezliğe vuruyor. Konuşulması gerekiyorsa da, konuşmamayı tercih ediyor. Hep bir üstünü kapatma ve aslında hayatınızda hiçbir problem yok, metafor olarak dolaşan konular. Öykülerimde olmayan, aslında, babalarda olmayan. Detay istemiyorlar. Çocukların problemiyle yüzleşmek istemiyorlar. Zaten ilk öyküde neredeyse hiç yok, ikinci öyküde baba var ama yok. Türkiye’deki aile yapısına, böyle bir bakış açısıyla yaklaşılmış bir perspektif diyebiliriz. Aslında Türkiye’deki kadın veya erkek fark etmeksizin her çocuğun temelde birazcık baba problemi var.
Müge İplikçi: Linda’nın da babası gitmiş değil mi? Linda’nın babası yok.
Fatma Nur Kaptanoğlu: Çok mu belli etmişim falan diyormuşum
Müge İplikçi: Ya onu, o kilise çanıyla kurduğu ilişkide ben, zorlamalı olacak belki ama, baba arayışı, din, kilise ve o gelenekçi yapının içerisinde kendini var etmeye çalışan bir kadın olarak okudum… Ama bir diğer yandan da kendi içindeki dirimi fark eden biri olarak da.
Fatma Nur Kaptanoğlu: Bu çok güzel bir yorum. Bunu yapan bir kişi daha olmuştu ve ben bu ince detayın yakalanmasından çok ama çok memnun olmuştum. Zaten ailemiz içinde dediğim gibi, o aile yani, aslında Linda’da bireyselleşememiş biri Abaven kadar, o da ailesinin bağlarından kendimi tam olarak ayıramamış biri. Babasının yokluğuyla bile, yani seksen yaşında mücadele eden bir kadın. Diğeri de mesela babaanne, babasının varlığıyla hala mücadele ediyor.
Müge İplikçi: Bir de şunu soracağım, bu iki öykünün bu kitapta buluşmasının nedenini. Doğrusu Ateşten Atlamak başlı başına bir romana doğru evrilebilecek bir yapıya sahip. Keza diğer öykü de öyle… Neden ikisi burada biraradalar, niye üçüncü bir öykü araya girmedi? Mesela Linda’nın öyküsü de olabilirdi bir üçüncü öykü olarak.
Fatma Nur Kaptanoğlu: Evet bunu da söyleyen oldu. Linda’nın hayatını merak edenlerle, hani Linda hakkında daha fazla merak edip, keşke bir şeyler daha okuyabilseydik diyenler de oldu. Ama genellikle yazdığım kitaplarda tesadüf olarak öyküleri seçmiyorum ve yerleştirmiyorum. Yani bir dosyamla kesinlikle toplama öykü gibi bir kavramım yok. Hani yazdım bunu da hazır yazmışken dosyaya ekleyeyim gibi kesinlikle düşünmüyorum. Her öykünün ortak bir sesi olması gerektiğine inanıyorum çünkü okuyucu bunu kesinlikle fark ediyor. Ben de bir okuyucuyum. Böyle kitapları fark edebiliyorum ben de. Bu sebepten ateşten atlayabilen ve atlayamayan o iki karakter kesinlikle tesadüf değil. Çünkü hayatımın bazı alanlarında büyük bir cesaretle aktardığı o büyük ateşinden atlayabilirken küçücük olan bir ateşten atlayamadığı da çok zaman oluyor. İnsan çünkü sürekli ateşten atlayan ya da atlayamayan bir varlık olarak değil, ikisini aynı anda yaşayan dinamik bir varlık olarak var olduğu için, ben okuyucuların okurken her iki noktada da kendilerini görüp fark edebilmelerini istedim. Ve bu sebeple iki öyküde kesinlikle bir arada bulunması tesadüf değil.
Müge İplikçi: Bu bir alıntı yine senin kitabından, Sonya’nın cümlesi. “Yüzümüzdeki renklerin binlerce nedeni var…” diyor Sonya ve sonra kahramanımıza “…ve sen en insani olanına sahipsin” diyor. Bunu açmanı isteyebilir miyim? Yani o insani olan renk Fatma Nur Kaptanoğlu’nun gözünde ne renk?
Fatma Nur Kaptanoğlu: Kesinlikle utanmak. Bence karşınızdaki kişi ne kadar özgüvenli ve cesaretli olursa olsun bir olay karşısında utanması. Benim için gerçekten yüzümüzdeki binlerce rengin en insani olanı kesinlikle bu utanma duygusu.
Müge İplikçi: Peki burada geldik şu soruya dayandık. Bizi yaşamda bekleyen sınavlar neler, bu iki öyküyü düşünerek ilk etapta sormak isterim. Sonrası hayat…
Fatma Nur Kaptanoğlu: Şöyle iki karakterimin de kendisiyle ve çevresiyle verdiği sınavlar var. Hayatta da hep bunu yaşıyoruz. Aslında bu çok derin felsefesi olan bir konu değil. Temelde insanı sıradan bir varlık olarak ele aldığımızda, verdiğimiz sınavlar hem kendimizle hem de bizim dışımızdaki kişilerin bizi maruz bıraktığı şeylerle ilgili. İki karakterimin de bu konuda kendi koşullarına göre başarılı olduklarını düşünüyorum. Abaven o kadar zor bir karakterdi ki yazarken… Bazı cümlelerimi değiştirdim, bazı tepkilerimi değiştirdim… Bir kilise çanının peşinden merakla harekete geçmesi bile Abaven için çok büyük bir adımdı. Bence, bu sınavlar hem iki karakter için hem de bizim için çok geçerli ve önemli sınavlar.
Müge İplikçi: Burada hemen şunu sorabilir miyiz, Abaven de özgür oldu ama “nereye kadar gidecek bu özgürlük” sorusu kafamda bir soru işareti olarak kaldı. Yani bir sonraki trenle geri dönebilir, öyle bir şey bıraktı.
Fatma Nur Kaptanoğlu: Öyle bir karakter çünkü ben bile bilmiyorum. Şu an Abaven ne istiyor ve ne yapıyor bilmiyorum. Linda onun hayatına gerçekten dokundu mu, bunu da bilmiyorum. Ama ben, şu açıdan başarılı olduğunu düşünüyorum. Abaven bir sonraki trenle geri dönebilir, bir sonraki yıl tatilde ailesini ziyarete geldiğinde, bundan daha büyük buhranlar ve içinde taşıdığı o kötücül duyguları daha da büyütmüş ve hiçbir şekilde adım atamayan bir karakter olarak da karşımıza çıkabilir. Ama bunların hiçbiri de olmayabilir… Sadece Abaven gibi bir karakterin, Linda’nın peşine gidip onunla diyalog kurması bile kendi için önemli bir adım. Abaven için sonrasını çok düşünmedim ve kendi haline bıraktım.
Müge İplikçi: Şimdi yaşama geleceğim. “Yaşamda bizi bekleyen sınavlar nelerdir?” diye böyle çok geniş bir soru soracağım ama tabii bunu birazcık edebiyatçı bünyesinde soruyorum. Edebiyat bizi hangi sınavlara sokar ve oradan nasıl-çıkamayız?
Fatma Nur Kaptanoğlu: Çok sınava sokuyor, ona emin olabilirsiniz. Gerçekten siz de çok iyi biliyorsunuz, bazen çıkamıyoruz bu da doğru. Öncelikle benlik savaşı… Bir de benlik savaşı konusunda bizi çok ciddi bir sınava soktuğunu düşünüyorum, tamamen okur karşısında savunmasız ve çıplak kalma konusunda. Çünkü büyük bir özgüvenle, cesaretle veya bir meseleyi böyle göstere göstere yazdığımızda, bir noktada savunmasızız ve aslında o virajlarımızı okuyucuyla, biz dışındaki biriyle paylaşıyoruz. Bu önemli bir paylaşım ama insanı da gerçekten bir noktada gerebilen bir paylaşım. Bir de şu an öyle bir çağda yaşıyoruz ki, hem çok görünürüz hem de bir o kadar görünür değiliz, sanat dünyası için konuşuyorum, kalıcı olma, kalıcı bir şeyler yaratmak çok zor. Çünkü zaten, yani gündem biliyorsunuz o kadar yoğun ki, hani bazen okuduğumuz bir kitabı paylaşmaya bile çekiniyoruz. Çünkü Türkiye gündemiyle mücadele etmek çok zor ve bunun hüznünü de kendi içimizde ayrıca hissediyoruz. Bir sanatçı olarak özellikle son dönemlerde yaşanan her şeyde… Biz doğanın varoluşunu, her şeyini en ince ayrıntısına kadar, o evrimi, değişimi fark edebilen, daha çok fark edebilen taraftayız. Çünkü sanatla ilgileniyoruz ve bu dönüşümü biliyoruz. Bu da bizleri aslında olaylar karşısında daha duyarlı ve duygusal insanlar haline getiriyor. Mesela bu da bence en çok verdiğim savaşlardan biri. Evimizde otururken ve aslında kişisel olarak, kişisel problemlerimizle bir mücadele halindeyken bir de dışarıdaki, dünyadaki insanlar için üzülüp, tabii ki de üzüleceğiz ama, hani bunu hayatımızın gündemine oturtabiliyoruz. Mesela son dönemde yaşanan o yangın olayı… Ben Marmaris’teyim, orası benim doğup büyüdüğüm yer. O kadar büyük bir depresyondaydım ki… Çok büyük bir travma atlattığımı düşünüyorum. Çok üzüldüm çünkü, gerçekten çok üzüldüm. O doğaya, her şeye çok üzüldüm. Bu üzgünlüğüm tabii ki iş hayatıma da yansıyor, özel hayatıma da yansıyor. Burada bizim daha vereceğimiz çok sınav olduğunu düşünüyorum ben. Kişisel kaygıları bir kenara bırakıyorum artık. Sanırım biraz daha toplum üzüntülerini üstümüzde taşıyıp bir şekilde de toplumun da bunu aşmasını sağlayacak kadınlar olmamız gerektiğini düşünüyorum. Hani edebiyatçı olarak, sanatçı olarak.
Müge İplikçi: Edebiyatın aslında çağa ayna tuttuğu noktasında bir düşünce var. Birçok sorumluluk projesinin altına imza atmış biri olarak da bunu sana yine soracağım. Bu noktada edebiyatçı artık nerede duracak? Yani yakın geleceğin edebiyatçısını nasıl görüyor Fatma Nur Kaptanoğlu?
Fatma Nur Kaptanoğlu: Şöyle görüyorum. Bence herkesin direnme ve savaşma şekli tamamen kendiyle ilgili ve üzerimize uymayan bir şeyi de yapmamamız gerektiğine inanıyorum. Bu tamamen kişisel. İnsanların karakterlerine ve hayattaki attığı adımlara göre çok değişebilen bir konu bu. Bu sebeple, bence sanatçıların en uygun mücadele şeklini, kendi mücadele şekillerini, bulduğunu ya da bulacağımı düşünüyorum. Bence herkes bu noktada bu vicdanla ve sağduyuyla, kendince bir adım attığında değişimin görünür olabileceğine de inanıyorum. Onları, tek bir kalıba sokmak yerine kendi karakterleriyle harmanladıkları mücadele şekillerine bırakmak gerektiğine inanıyorum. Çünkü neyin, nasıl bir sese sebep olabileceğini, nasıl bir sonuç doğurabileceğini gerçekten bilemeyiz. Bu çok önemli. Özgün bir ses olmak çok önemli ve örnek olmak da çok önemli.
Müge İplikçi: Her koşulda ateşten atlamamız gerekiyor galiba değil mi?
Fatma Nur Kaptanoğlu: Kesinlikle. Atlayamayınca biliyorsunuz ki Abaven gibi… Abaven’de bir nevi atladı mı atlayamadı mı? Tam atlayamadı aslında ama adım attı en azından, bunu diyebilirim ama kesinlikle ateşten atlamak gerekiyor cesaretle. El ele atlarsak ne mutlu daha hızlı bir şekilde daha yükseğe ve daha özgür bir şekilde ilerleyebiliriz.
Müge İplikçi: Daha özgür bir şekilde, evet böyle noktalayalım. Ateşten atlamanın da aslında bize sunduğu ipucu bu esasen. Fatma Nur Kaptanoğlu’na da çok teşekkür ediyorum. Zeytin Dalı’na katıldığın için, bizi renklendirdiğin için sağ ol. Yeni kitaplarını da okuyacağım, hararetle.
Fatma Nur Kaptanoğlu: Tamam ve heyecanla sizin de yorumlarınızı bekliyorum. Çok teşekkür ederim. Çok keyifli bir programdı.