“Pey akçesi”
“Cebimdeki Ekmek Kırıntıları” Yenal Bilgici eliyle kotarılmış, neredeyse bir özyaşam tanıklığı. Bu söyleşi kitabında yinelenen birtakım sözler var. Bunların Ercan Kesal ve yaşamı özelinde nelere denk düştüğünü merak ediyorum… Özellikle de “kendini pey akçesi gibi ortaya sürmek” ne demek? Bunun çerçevesinde yaşamınızdaki anlam arayışı (sf. 51) ve buna denk düşebilecek bütüncül dil (sf. 167) serüveni neye denk düşüyor?
İlk kez İsmet Özel’in bir şiirinde rastladım bu cümleye: “ortaya benim ölümüm sürülecek pey akçesi olarak, tanrıların ölümünü bir üstlenen çıkınca.” Ben hayatla olan meselemde kendimi sürüyorum pey akçesi olarak. “Ben buradayım ve varım!” diyorum. Becerebilirsem bu alışverişi, hayatın içine sayılır giderim, Beceremezsem yanar akçem, ömrüm ve hayallerim. İyi bir hayat için “hayatımı” sürüyorum ortaya! Kapora değil pey akçesi. İddialıyım ve risk alıyorum. Kendime saygımı kaybetmeyeceğim bir ömür için sahip olduğumu zannettiğim her şeyimi kaybetmeye hazırım.
Ercan Kesal’ın bugünkü pusulası: Edebiyat
Yukardaki kavramları bir bütün olarak düşündüğümüzde Ercan Kesal’ın kişisel tarihi (doktorluk, senaristlik, yazarlık…) Türkiye gibi bir ülkenin hangi koordinatlarına temas ediyor? Tüm bu meslekler “seçkisi” bugünkü sizi nasıl oluşturdu? Hangi deneyim hangi mesleğe, hangi meslek hangi deneyime pusula oldu? Nasıl? Ve elbette tüm bu yaşanılanlar yazdıklarınıza, öykü ve senaryolarınıza nasıl yol gösterdi?
Madem şiirle başladık, öyle devam edelim, cevabın yerini alsın: ‘’Kaşanlıyım/ Fena sayılmaz hayatım/ Bir lokma ekmeğim var/ Biraz aklım/ İğne ucu kadar da zevkim/ Annem var/ Ağaç yaprağından daha güzel/ Dostlarım/ Akan sulardan daha hoş!/…(Sohrab Sepehri)
Avanosluyum. Büyülü bir coğrafyada geçmiş meğer ömrüm, epey sonra fark ettim. Esnaf çocuğuyum, Gazozcu Mevlüt’ün en küçük oğluyum. Bildiğim her şeyi gazoz satarken öğrendim, yazdığım, oynadığım ve çektiğim şeyleri de. İyi bir hekim olmayı da belki. Annem vardı, babam da, doğdukları yerde öldüler. Evimizin arkasına yaslanan kabristana sakladım onları. Umarım vakti geldiğinde ayakuçlarına ilişirim ben de. Birçok şehir ve ülke gezdim, ama en çok Anadolu’yu sevdim, Avanos’u özledim. Çok dostlarım oldu, uzun sofralarda oturdum, çok sevindim, coştum, çok ağladım ve kederlendim. Hepsiyle büyüdüm, Çok erken rastladım kelimelere, iyi ki! Edebiyat çekip aldı şu bitmeyen kaosun içinden, her seferinde iyileştirip yolladı dünyaya. İyi ki hekim oldum. İnsan hikâyeleriyle donandım, onlara şifa olurken kendime iyi geldim.
Halim budur.
“…İnsan en iyi sustuğu zamanlarda anlatıyor halini…”
Edebiyata ve özellikle sözcüklere kıymet veren biri olarak, insanı anlatmanın ya da tanımanın en çok hangi duygularda kifayetsiz kaldığını gözlemlediniz?
Ya da tam tersi… Hangi duygular, sizce, en kolay anlatılanlarıydı? Niçin?
İnsan en çok ve en kolay susarak anlatıyor kendini. Kelimelerin bizim dışımızda bir hayatı olduğuna inananlardanım. Sade bizim meramımızı anlatmaya yarayan birtakım şekiller olamazlar. Bizden daha yaşlılar, çok şey görüp geçirmişler, belli ki bizim anlayabileceğimizden daha zengin bir hafızaları var. Bu yüzden belki de insan en iyi sustuğu zamanlarda anlatıyor halini. Psikiyatri görüşmelerinde de benzer bir yol izlenir. Karşınızdakiyle konuşurken onun anlattıklarını değil anlatmadıklarını not edersiniz. İnsan en çok sustuğu yerden kanıyor çünkü.
‘’Yılkıdan ölmeden dönmek esasında kendini bulmaktan başka bir şey değil’’
Yılkı atları… Kitabın en vurucu paragraflarından biri. Ve elbette buradan gündemimizi çokca ilgilendiren bir hususa “coğrafya kader mi yoksa keder mi, yoksa bambaşka bir şey mi” noktasına temas etmek isterim. Ne dersiniz?
Yılkı olma halini “sürgün olmak” gibi de anlıyorum. Hepimiz sürgün değil miyiz zaten. Dahası insan dünyaya sürgün edilmiş bir canlı değil de nedir. Galiba uygarlık dediğimiz şey de bu sürgün halini konfor alanına çevirmekten başka bir şey değil. Belki asıl trajedi de bu: Dünyayı yenebileceğimizi zannetmek. Doğaya egemen olursak onu yenersek daha iyi olacak diye düşünüyoruz, Hiçbir zaman galibi olamayacağımız beyhude ve acıklı bir kavga! Yılkı olma hali, zorlu bir seçim gibi gözükse de içinde doğayla hemhal olma, ona uyum sağlarken kendini de var etmeyi aynı anda içeren diyalektik bir ilişki. Onu yenmeye kalkmadan varlığınla onun içinde durup kaybolmak. Yılkıdan ölmeden dönmek esasında kendini bulmaktan başka bir şey değil.
Buna karşın, konfor alanından dışarı çıkılması ve dünyaya sahip çıkmanın yollarını bir mazohist “idealist” biçiminde aramaya devam ettiğinizi gözlemliyoruz. Niçin inatçısınız? Ya da umutlu…
Elimden başkası gelmiyor. Bildiğim öğrendiğim aklıma gelenler bunlar. Belki de meşrebim, huyum böyle demeliyim. Elbette, herkesin hikâyesi biricik ve çok kıymetli. Başkaları başka usullerle devam edip benzer sonuçlara ya da kendilerince doğru bildikleri menzile varabilirler. Benimki iyi ya da kötü, yanlış ya da doğru da demiyorum. Aslolanın yolculuk olduğuna inandıktan sonra pek fark etmiyor.
Sırası gelmişken bunu da soralım: Çalışma temponuz nasıl? Öğrenmek sizin için neden bu kadar önemli?
Çok okurum. Planlı yaşarım. Boş kalamam. Yoruldukça dinlenirim. Konuşmam, yaparım. Bilemediğim soruyu geçerim, vaktim kalırsa dönerim. Emekten başka hiçbir şeye inanmam. Hayat bir öğrenmeler manzumesidir, ölünceye kadar sürecek bu.
Z kuşağı ve gelecek
Bu noktada Z kuşağını nasıl değerlendiriyorsunuz? Kitapta Emil Zatopek örneğini vermişsiniz…
Onları çok merak ediyorum doğrusu. Keşke neyi halledeceklerini görecek kadar uzun yaşayabilsem. Hüzünlü bir kuşak. Çok yalnız ve çaresizler. Dünyanın hali onlara fena vurdu.Çok uyaranları var. Durup dinlenmeye, kendilerine bakmaya vakitleri yok. Ama çok da saf ve temizler. Belki de hiç bilmediğimiz alışık olmadığımız bir yerden baş edecekler hayatla. Biz iyi bir miras bırakmadık ne yazık ki, umarım onlar düzeltirler şu lanet hayatı.
Kitapta sayfa 86’da Yenal Bilgici’nin sorduğu soruyu da hemen buraya bırakayım: “İnsan derdini anlatmak için bir başka yöntem bulur mu? Ya da bulmalı mı?”
Bulur. Bulacaktır eminim. Madalyonun iki yüzünü getir aklına. Birinde ölüm, diğerinde hayat. İkisi de elimizde. Nefesini bırakmadan yenisini alamazsın.
Size ulaşan senaryolarda “obruk” sözcüğünün çevrelediği derin bir gerçeklikten söz ediyorsunuz. Bu yaşanan “çöküşü” aktarmak edebiyatın ve yazarın temel sorunsalı ve hatta işi midir?
Ne yazarsak, ne çekersek, ne yaparsak yapalım yapıp ettiğimiz her şey özneldir. Nesnel gibi gözükse de, o niyetle yola çıksak da her şey özneldir ve her şeyi önce kendimiz için yaparak başlarız.”’Çağının tanığı olmak”, “sanatçının sorumluluğu”, “toplumcu ya da bireyci sanat.” Bu kavramlardan azadeyim. Beni başkalarından ayrı kılan yeteneğim bana yük olmalı, imtiyaz değil. Sesim güzelse şarkı söylemek zorundayım zaten, başkaları beni alkışlasın diye değil. Cibran’ın dediği gibi koyun süt verirken, çiçek kokusunu sunarken bunu mecburiyetten değil, zaten öyle olması gerektiği için yapar.
Antropoloji ile yakın bir bağınız var. Bugünü çözerken “geçmiş” neyi düşündürüyor size? Geçmişle şimdinin nasıl bir bağı var ve yakın geleceğe yüzümüzü çevirirken bize neler fısıldıyor?
Geçmiş diye bir şey yok. Daha doğrusu geçip gitmiş bir şey yok. Her şey şimdiki zaman dediğimiz bir yumağın içinde saklı. İnsan da şimdiki zamanda geçmişle gelecek arasındaki o incecik yarıkta sallanıp duruyor. Bu yüzden şimdiki zamana da “geleceğin geçmişi” diyebiliriz.