Portakal kokusu… Ellerine sinen, genzine dolan bir koku değil bu. Bahçelerden taşan, sandıklara, kamyonlara, pazarlara, mutfaklara taşınan gerçek bir koku değil. Ruhundan, kalbinden gelen bir sezginin kokusu bu. Sabaha karşı görülen bir rüyanın kokusu. Geçmişe duyduğu özlemin simgesi.
Gece yanan çalı çırpının isinden kararmış, eskiyen delinen yerlerini yamadığı çadırın içinde açtı gözlerini. Geçen ekimden beri yedinci çadırıydı bu. İlkini çok hızlı terk edip küçük bir valizle yola çıkmışlardı. Arkalarından gelen firavun ordusu muydu, ateş saçan bir ejderha mıydı? Sonra başka konaklar, duraklar çıktı karşılarına. Yeniden çadırlar kuruldu. Gündüz güneş yaktı, çadır onlara fırın oldu. Gece ayaz bilendi, saplandı taze bedenlerine. Çocuklar da çadırlar gibi narin. Bir yağmur, bir rüzgâr aldı savurdu onları. Bazen ejderha onları saklandıkları örtünün altında buldu. Kıyamet günü dedikleri bir an değilmiş, gördü. Bahar geldi, yaz geldi, haberciler geldi, mesajlar gitti geldi, uzak ülkelerden un geldi, paraşütle kahve geldi, yeni çadırlar geldi… Portakal gelmedi. Buz gibi sabahlarda portakal kokusu geldi. Ama onu kimse duymadı. İri gözlerini daha da açıp çadırı teftiş eden genç kız “Portakal mı geldi?” diye sormak istedi. Gönlündeki sırrın aşikâr olmasından korktuğu için kara kirpiklerini indirdi ve sustu. Ne portakaldan ne de başka meyveden bir iz yoktu.
Ekimden önce bir bahçede çalışıyordu. Gülüşen iki kız arkadaşı sırrını biliyor, gözlüklü olan kız, gözlüğünün altından kasayı getiren oğlanı süzüyordu. Arkadaşlarının kendisiyle eğlenmesine kızıyor, kara gözleri doluyordu.
Şimdi her şey yerle yeksan oldu. Bahçeleri, portakalları, o bakışı unut diyor arkadaşı. Sözlükte bunların adı hatıra. Oysa o yaşıyor, bahçeler yeşerecek, yine karşılaşacaklar. Zeytine, incire, rüyaların müjdesine, portakalın kokusuna imanı var.