Çıktım evden, gideceğim yolu yarıladım. Ocağı kapatmış mıydım, hatırlayamadım. Geri dönmeliyim. Onca yolu! Zenon paradoksuna göre düşünüp ‘A’ noktasından buraya kadar çeyrek yol gittiğimi varsayarsam ya da hiç gitmediğimi, çok da gözümde büyütmeye gerek yok. Tamam, burada bir nar ağacı var. Bu noktadan dönüyorum, döndüm. Yürüdüğüm mesafeyi fark etmemek için geriye dönük düşündüm.
Dün gece sekiz sezonluk bir rüya gördüm. Dördüncü sezonun son bölümünde, bir göl kenarında, ecel tarafından öldürüldüm. Ne ilk bölümde rol aldım ne de sonunda; ama tam ortasında hem vardım hem yoktum. Düşte ve gerçekte, yitirilmiş bir zaman algısında uyandım. Bedenimin varlığından şüpheye düştüm. Hemen kalktım. Ocak yaktım, kahvenin demlenmesini bekledim. Salondaki saat 01.00’i geçiyordu. Mutfak saatini biri giderken yanında götürmüştü. Gökteki karanlık, geceyi gösteriyordu. Odama geçtim, biraz kitaplara baktım, sonra uzandım. Uykum geri geliyordu. Az önce rüyamda öldüğüm için bir daha rüyamda kendimi görür müyüm, diye düşünürken gözlerim karardı, kapandı, yeniden uykuya daldım. Borges ile birlikte, kütüphanede kahve içiyorduk. Ya yaşıyordum ya da Borges’in düşlediği cennetteydim. Sessizliği korumak için gözleriyle konuşuyordu. Onu İspanyolca dinliyor, Türkçe duyuyordum. Bir kitaptan alıntı yapıyor, “Doğrusu şu ki, bir varlığın ömrü bir düşüncenin süresi kadardır. Nasıl bir araba tekerleği dönerken yere yalnız bir noktada değiyorsa, yaşam da tek bir düşünce kadar sürer” diyordu. Peki, kimin düşüncesi ömrümü belirliyordu? Belki de herkes, birbirini düşünerek var ediyordu. Başımın üzerinde kırmızı bir kelebek dönüyor, uçarken yalpalıyordu.
Kahvemden bir yudum daha aldım. Yavaşça ayılmaya başladım. Gözlerimi açtığımda hava aydınlanmıştı, yanık kahvenin kokusu odaya yayılmıştı.
*Öteki Soruşturmalar, Jorge Luis Borges, İletişim, İstanbul 2015, s.269