Babadan oğula geçen aile geleneği bir mesleğin boynuz ucundayım. Bırakmak istedim, “Olmaz!” dediler. “Şeref meselesi. Alnımızın akı. Tutkuyla gönül vermiş dedelerini düşün,” dediler. O anlarda beni bir manyetik rezonans cihazına tıksalar, beynimin alev aldığını görebilirlerdi. Düşünmenin zırnık faydası olmadı. Büyük büyük dedemin ok darbeleriyle arenaya serdiği boğanın melül bakışlı başını şöminenin üzerinde her gördüğümde kaçacak delik arayarak büyüdüm. Feri sönmüş koca gözler, tüm çocukluğum ve gençliğim boyunca beni izledi. Ailem tarafından öldürülen akrabalarının hesabını sordu o bakışlar. Boynuzlarını ok gibi kullanarak yüreğimi delmek için fırsat kolladığı hissiyle korkumdan, karşısına geçtiğimde sabit durmaktan kaçındım. Yine de bu işten paçayı sıyıramadım. Gen haritamın Juan Carlos de Maria Pereira Fernandez’in soyundan geldiğimin aksini söylemeyeceğinden eminim. Ancak damarlarımda akan bir matadorun kanı değil.
Bugün ilk defa arenaya çıkıyorum. Geceden bu yana yakama yapışan heyecan uyutmadı, yedirmedi. Soyunma odası, vücudumdan fışkıran ter kokusuna boğuldu. Kimse iyi şanslar dilemeye giremiyor. Şapkamı kolumun altına sıkıştırıp, pelerinimi alıp odadan çıkıyorum. Dizlerimden aşağısı benim değil. Dar tünelde yürürken çılgınca tempo tutan kalabalığın çığlıkları kulaklarıma çalınıyor. Sahaya çıktığımda gözümü alan güneşten körleşiyorum. Pelerini tutan elimi yüzüme siper etmek için aniden ve hızla kaldırıyorum. Kum zeminde boğanın toynaklarının gümbürtüsünü duyuyorum. Son gördüğüm şey, boynuzunun ucu.