Pembe, mavi, gri, sarı bulutlarla kaplı bir dünyanın tavanından süzülüyorum. Bazen o kadar hafifim ki meltem estiği tarafa doğru götürüyor beni. Bazen kocaman bir gülle kadar ağır, zıpkın gibi düşe düşe düşüyorum. O zamanlar hızım saatte kaç kilometre bilemiyorum ama bildiğim şey, bir türlü zemine çakılamamam.
Sonsuzluk çukuru diyebilir miyim bu âleme… Diyebilirim. Düşmek; bulutlara değmek, rüzgârı hissetmek, tam rahat rahat düşüyorum derken önüne çıkan kaz sürüsünün tüylerinin ağzına yüzüne dolması ve o sırada havanın bozup yağmurların içinden geçmek zorunda kalarak ıslanmak ve ıslaklığın seni tir tir titretmesi…
Bu düşüşün gerçekliğini teninden daha içerde, derinlerde duyumsamak ve acısını çatlayan dudaklarının kan tadıyla anlamak. Ah…
Yolda karşılaştığın kazlara tekrar denk gelebilmek için ileri atılmaya çalışmak ise bu yalnız düşüşü daha dramatik yapamazdı.
Düşerken üstümü başımı düzeltmeye çalışıyorum bazen. Saçlarım yerçekiminin aksi istikametine savrulurken, dalgalı halinden eser yok. Kurumuş yüzümü allansın diye azıcık mıncıklıyorum. Sonra gülüyorum kendime. Buralarda hiç kimse görünmüyor ve ben kırk yıldır düşüyorum. Daha kaç yıl düşerim, kaç kez bir yağmurda ıslanırım bilemiyorum. Ama olabilir belki bir denk düşüş. Gözlerimle görebildiğim, kulaklarımla duyabildiğim, kalbimin göğüs kafesime çarpa çarpa buradayım dediği bir an yaşar mıyım?
Sanma sadece benim düştüğümü; yasaklanan her şeye rağmen hepimiz düşüyoruz.