Bugün okula giderken yine onu gördüm. Bu sefer dilsiz bir dilenci kılığındaydı. Onu tanımayayım diye saçını sakalını uzatmış, üstüne yırtık pırtık elbiseler giymişti. Ancak benden kaçar mı? Hemen tanıdım. Yanına gitmedim, akıllandım artık. Yanına gidince yabancı biri gibi konuşuyor. Yakalanıp gizli görevini tehlikeye atmak istemiyor tabii ki. Anlıyorum ama onu o kadar özledim ki koşup boynuna sarılasım geliyor.
Arkadaşımın oyuncak bir küresi vardı, siyah büyük bir bilardo topu gibi. Bir soru soruyordun, sallayınca sana cevap veriyordu. Sınıfta elden ele dolaşmıştı, uzun süren bir şamata yaşanmıştı. Sıra tam bana geldiğinde öğretmen içeri girmişti ve küreyi saklamak zorunda kalmıştık. Sorum içimde bir diken gibi kalmış, battıkça büyümüş, büyüdükçe kanatmıştı. Daha fazla dayanamamış, küreyi kazağımın içine sokarak tuvalete gitmek için izin istemiştim. Sorumu sorup küreyi sallayınca cevabın görünmesi sanki asırlar sürmüştü. Ancak beklediğim cevap çıkmıştı.
Annem beni okuldan almaya geldiğinde ona ne dilenciden ne de küreden bahsettim. Bana inanmayacağından değil, sır tutmakta zorlandığından. Komşularla konuştuklarını duymuyorum sanıyor. “O yapmazdı böyle bir şey! Bizi bırakıp gitmezdi!” diye söyleniyor. Şimdi mezarlıkta da sessiz sessiz ağlarken bir yandan da kızıyor babama. Öyle zamanlarda yakasına yapışıp haykırasım geliyor. “Gitmedi anne, gitmediiii!”
Gerçekten gitmedi. Hem sihirli küreye de sordum “Babam öldü mü?” diye. “Hayır!” dedi.