Akdeniz’in kavurucu öğle sıcağını daha katlanılır, kızartma kokusu sinmiş mutfağı biraz daha serin kılabilmek için yaz boyu açık bırakılan pencerenin pervazına ellerini dayamış, gökte asılı duran hilale bakıyordu. Dudaklarını kıpırdatmadan yalvarmayı teyzesinden öğrenmişti. Tek bir noktaya sabitlenmiş bakışları, birisiyle konuşuyormuş gibi çatılmış kaşları, ileri geri sallanan bedeniyle teyzesi, kutsal bir yakarma töreninin gözü yaşlı dilsiz katılımcısıydı. Onunla başka bir evde yaşamayı dilerken göz kırptı hilalin yanından geçen uçağa. İlk defa binecekleri uçak onları, dönüp duran bu dert küresinin huzurlu bir yerine götürecekti. Teyzesi önden düğmeli, çiçekli uzun elbisesini giyecek, sadece bayramlarda ayağına geçirdiği ayakkabılarının topuklarından çıkan sesle on yıldır yaşadıkları sokağa elveda diyeceklerdi. Gidecekleri yere varır varmaz ilk alacağı bir toka olacaktı. Ne su ne ekmek ne de sigara. Pırıl pırıl, inci boncuklu klipsli bir toka. Kendine ait tek aksesuar. Komşu gezmelerinde ve veli toplantılarında mutlaka taktığı değerlisi. Artık kafasında kırılmayacağından, boncuklarının yere saçılmayacağından emin, tutturacaktı iki tel saçına. Ne de güzel parlıyordu incecik ay. Tek tek topladım hepsini de birisi eksik, nerededir sence? Pencereden içeri sızan ışığı takip etti. Eşikte elinde bir inci tanesi, yanında bavuluyla teyzesi duruyordu. Hadi der gibi işaret etti kapıyı.
“Bu gece hilal var. Dilek tut. Kabul olur.”