Gülbahar, “Ne kaldı şunun şurasında,” diyerek çekici eline aldığında, kışın sonuydu.
Davudi sesi, pencere aralığında ıslık çalan rüzgârı bastırdı.
“Yeter ki sağlık olsun! Günler de uzar, havalar da düzelir.”
Aynada yansıyan görüntüsüne baktı.
“Aldanmamalı. Erkenden tomurcuklanmamalı.”
Bahçeye açılan kapının kilidini çevirmesiyle rüzgâr, odaya doluverdi. Kapıyı güç bela ittirip bedenine sımsıkı sarıldı.
“Eee! Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır.”
Gözü, hanidir taşlıkta duran, topuğu ezik, kırk üç numara ayakkabılara takıldı. Çöp tenekesine atıverdi kendininkileri giyerken.
Güneş buluttan çıktı. Az önceki deli rüzgâr dindi. Tomur tomur ağaçların gölgesi vurdu yüzüne.
Kömürlükten bir bacağı sallanan sehpayı aldı.
“Yakamadın gitti namussuzun malını, bari tamir et. Şu çivi iş görür mü?”
Yüzü aydınlandı. Bir iki oynatmayla pencere pervazındaki yamuk çivi söküldü.
“Düzeltmeli.”
Çekiç, etrafın sessizliğine ilk darbeyi indirdiğinde aylar sonra ilk kez düştü aklına Mustafa’nın gidişi. O kadar alındıracak, ne demişti?
“Hay dilim tutulaydı da… Şuncacık lakırdı mı… Besbelli, koymuş kafasına.”
Bir darbe daha…
“Tamir edebilsem mevzu değil. Ağzımı açmazdım. Hele elimde avucumda üç beş kuruş olaydı… Et bir telefon hanım gibi, hop, gelsin. Nerede, bu zamanda! Dört nüfus, bir ele bakarken.”
Evlendikleri geceden beri peşini bırakmayan sessizce çekip gitme arzusunu anımsadı. Şu sehpayı, içerideki kanepeyi sonra buzdolabını daha neleri neleri… Kaç kere yükledi indirdi zihninde, hem de kaç kere!
“Çekip gidene kolay tabii.”
Bir darbe daha…
Çivi fırladı gitti. Gölgeler kısaldı.
Baharda saksı saksı çiçek koyar diye duvara dayadı üç bacaklıyı.
“Alt tarafı üç boğaz, gündelik nemize yetmez! Aman, gölge etmesin de…”
Eve girerken, çivisi çıkmış bacağı, kömürlüğe fırlattı.