Çocuk, elini tutan ele baktı. Kocamandı. Gri bir toz tabakasıyla kaplı parmakların nasırlı boğumları elini zımparalıyordu. Hiç yadırgamadı. Babasının elleri gibiydi. “Her gün tarlada çalışmaktan,” derdi babası. Utanmazdı ellerinden. Parmakları kalın ve küttü. Babasının toprağı parmaklarıyla kazdığını düşünürdü hep. Tırnaklarının içi toprak kokardı. O eller sayesinde okul yoluna serpiştirilen nimete dönüşürdü mahsul. Annesi, “Sizin elleriniz kazma, kürek değil kalem tutsun,” der, dualar ederdi üç kardeşin arkasından. Baba tarlada, güneşin altında, anne evde beş boğaz için didinir dururdu. Akşam tüm aile iki göz odalı evlerinde, küçük masanın etrafında bir araya gelir, yemeklerini yerlerdi. Sessizce. Yorgunluktan mı, bin bir meşakkatle kazanılan nimete saygıdan mı bilinmez, sadece tabağa çarpan kaşığın şıkırtısı çınlardı odada. Yemekten sonra, baba divanda sızana kadar sokağa konuşmalar taşardı. Beşinin en mahrem saatleriydi. Evleri güvenli kozalarıydı. Ancak, evlilik çağı geldiğinde kozayı delip çıkabileceklerdi.
Her zamanki sabahlardan biriydi. Çocuk, annesi uyandırmaya gelmeden gözlerini açmıştı bile. Sacın üzerinde sıralanmış ekmekler gözünde tütüyordu. Birazdan ekmekler, sıcacık çorbanın içine ufak ufak doğranacaktı. Masaya oturduklarında öğrenirlerdi o gün hangi çorbanın piştiğini. Annesinin her güne sunduğu bir sürprizdi. On dakika sonra beşi de masanın başındaydı. Annesi nohutlu buğday aşı çorbasını koyduğu son kâseyi de kendi önüne almış sandalyesini çekiyordu ki şiddetli bir sesle yer yerinden oynadı. Annesi, babası, kardeşleri oturdukları sandalyelerden kopmuş, odanın içinde bir yerden bir yere uçuyorlardı. Patlayan duvarlar, yıkılan çatı ve bir toz bulutu. Artık ev olmayan enkazda kan birikintilerini örten toz tabakasının altından çıkan yalnız canlı; elini uzatana sarılmıştı.
Korkuyla karışık minnetle sıktı adamın koca elini. Bir adım sonrası, bilinmedik topraklardı.