Yüz lira uzatıp üstü kalsın dedim. Arkamdan gelen cılız “Eyvallah” sesi gecenin karanlığında yitip gitti. Yol boyunca anlattığı karısının hastalığı, kanser, dört çocuk hepsi palavra, anlamıştım. Üç beş kuruş için hiç kimsenin keyfimi kaçırmasına izin veremezdim, hem de böyle bir günde. Varsın yarısı bahşiş olsun, mühim değildi.
Tam önünde inmiştim hastanenin. Ayaklarım yere çakılı, bir süre dikildim kapının önünde. Elimdeki gül buketini kolumun altına sıkıştırıp ceketimin ceplerini yokladım sonra. Katlanıp açılmaktan iyice yıpranmış not kâğıdını anahtarların arasından çekip çıkardım. Okuyormuş gibi diktim gözlerimi yazılanlara. Yanımda olsan “Palavracı seni, gözlüksüz okuyamazsın ki sen” diye dalga geçerdin. O sözcükleri ne zamandır okumuyorum oysa ezberimden söylüyorum: “Kızımıza iyi bak.”
Şubatın ayazı hüznüme karışıp iliklerimden içeri girdi, hangisi nefesimi kesti anlayamadım. Belki de ilk torunumu görecek olmanın heyecanıydı beni soluksuz bırakan. Başımı gökyüzündeki yusyuvarlak gümüş rengi aya çevirdim ve sessizce fısıldadım: ”Ah Mehtap, keşke sen de yanımızda olsaydın.”