Yüzüne baktı. Alnının sol tarafında bir ben gördü. Ne zamandır oradaydı, hatırlayamadı. Gözünü benden ayırıp yukarı doğru baktı. “Çocuğum tavanda mı yazıyor sorunun cevabı?” diyen ilkokul öğretmeni geldi aklına, gülümsedi. Tekrar baktı yüzüne, yine bene takıldı gözü. Tek noktada asılı kaldı bakışları. Bedeninin geri kalanını göstermiyordu ayna. Sır dolu bir noktadan ibaretti.
“Kendimi göremeyecek kadar saklanmış olamam herhalde,” dedi.
Dinlenmek istemişti sadece. Akışta sürüklenmemek ve sakince dinlemek istemişti kendini. Belki bir salyangozun tehlike anında kabuğuna çekilmesi gibi. Bir yağmur yağsa, gökyüzünün akıttığı damlaları sahiplenip dindirecekti kederini. Kendi yüzüne kalsa çok beklerdi.
Uzaklaştı kendini kaybettiği yerden, yürümeye başladı evin içinde.
“İyi tarafından bakmayı denesem; evrende bir toz zerresi bile değilsin, ama aynada kendini bir nokta olarak görüyorsun. Bu düpedüz kibir, bu işte bir terslik var!” dedi, her şey normalmiş gibi.
“Bu böyle olmayacak, bir çözüm bulmalıyım,” dedi.
Ayna bir şövalenin üzerindeydi. Kendinde taşıyamadığı yükleri şövaleye taşıttırdığı için aynaya baktığında daha hafif hissediyordu. Ara sıra üzerine notlar alıyordu. Şimdi, boşluğa portresini çizecekti. Madem sen beni göstermiyorsun inatla, öyleyse yeniden resmedeceğim kendimi, diye kafa tuttu aynaya. Kalemi eline aldı, bir daire çizdi, düzgün bir daire olması için tekrar üzerinden geçti. Durdu. Ne saçmalıyorum ben, dedi, aklım bana tek kişilik bir oyun oynuyor, biraz hava alsam iyi olacak…
Pencereye doğru ilerledi, teklifsiz bir yağmur yağmaya başladı. Açtı penceresini, dokundu yağmura, sesini dinledi, bulutları izledi, toprağın kokusunu çekti içine. Bir süre öylece kaldı. Döndü yine aynaya, gördü bu kez kendini. Çizdiği daireyi, kuyruğunu yiyen yılana benzetti. Tamam, dedi kendine; nokta yerinde dursun, yeniden başlıyorsun!