“İnsanlık her zaman sürüler ve topluluklar halinde dolaşmış, yerleşmiş, anlaşmaya varmış veya tartışmıştır” der modern sosyolojinin temellerini atan tarihçi Adam Ferguson. (1) Bir topluluğun gelişmesinin dayanışma merkezli gerçekleştiği, polarize olmuş toplulukların ise çatışarak dağıldığı bir gerçeklik tarih boyunca tekrar eden bir döngü âdeta. Dayanışma düzleminde kolektif bir bilinç geliştirebilen toplumlarda çeşitlilik bir tehdit olarak görülmemekle beraber, bireyler arası empatiyi ortak zeminde geliştiren bir faktör olarak karşımıza çıkarken, kutuplaşma halinde var olan toplumlarda çoğunluğun baskınlığına dayalı, tek tipleşmiş zeminler var olmakta. Bugün ulus devletlerde artan ötekileştirme politikaları, kutsallaştırılan sınırlarla beraber toplumda ayrıştırıcı bir dil etrafında nefret söylemi ve ırkçı yaklaşımlar inşa etmekte.
Neo-liberal yönetimler ile çerçevelenmiş modern toplumlarda, verimlilik odaklı yapıların empoze ettiği bireysellik ve rekabet halinin, toplulukların ortak değer üretme sürecini aşındırdığı görülmekte. Günümüzde, ahlaki, psikolojik ve kültürel varoluşlarımızı etkileyen bu sistemler, siyasi ve ekonomik düzlemlerde bireyleri yabancılaştırmakta. Geleneksel ve yeni medyanın sunduğu her türlü ayrıştırıcı argüman ise kolektif bilincin çöküşünü hızlandırarak toplumsal dayanışmayı ve empatiyi sönümlemekte. Diğer bir değişle, ötekileştirmeyi normalleştirmekte. Çoğunluğun oluşturduğu kitleleri konsolide ederek polarize olmuş alanlar sunan ötekileştirme eylemi, ortak zeminlerde var olabilen çoğulcu bir yaklaşımın önündeki en büyük engellerden.
Oysa bugünden bakıldığında, gelişmiş demokrasilerin en kritik bileşenlerinden biri olan çoğulculuk, sivil hayata katılımı artırarak, toplumda ortak zeminler üretmekte. Gri alanlar olarak da tanımlanabilecek bu zeminler, günlük hayatı sosyal, ekonomik ve kültürel açılardan etkileyen kapsayıcı dayanışma modellerinin gelişebilmesini sağlayabilmekte. Çatışmayı minimuma indirebilen böylesi bir kolektif bilinç, kitle kontrolünü zorlaştırarak, gücün bir odakta merkezileştiği tepeden bir hâkimiyete imkân tanımamakta, dolasıyla yönetimsel ve toplumsal yapıları yataylaştırmakta. Kriz ve çatışma ortamından beslenen güç merkezleri için birer tehdit unsuru olarak algılanabilen ortak zeminlerin, günümüzde birtakım sağ eğilimli popülist yaklaşımların başını çektiği ötekileştirme politikaları ile aşındırılması mümkündür.
Bu duruma mikro ölçekte bakıldığında ise bireylerin gündelik hayatlarında inşa ettikleri toplumsal ilişkilerinde, davranışlarında ve kimliklenme süreçlerinde popülizmin ürettiği ayrıştırıcı dilin oldukça etkili olduğu görülmekte. Freud’un tanımladığı grup psikolojisi kavramı ele alındığında ise birbirine zıt toplumsal talepler, popülizmi güçlendiren dolayısıyla toplumdaki mesafeleri ve önyargıyı artıran en temel besinler olarak düşünebilir. (2)
Tanıklık ettiğimiz COVID-19 pandemisinin yaratmış olduğu sosyoekonomik krizler ile beraber, izole ve ayrışmış bir biçime bürünen toplum psikolojisi her zamankinden daha fazla bir biçimde ötekileştirme eğilimi göstermekte. Siyasi liderlerin sıklıkla başvurduğu “öteki” olan herkesin, bireyin konfor alanları için birer tehdit olabileceğine dair argümanlar, kriz halinde olan bir toplulukta kolaylıkla karşılık bulabiliyor. Rasyonel olanın yerine, manipüle edilmiş hislerin ve isteklerin toplumdaki temsil mekanizmalarını oluşturabilmesine imkân veren ötekileştirme politikaları, kamusal alanın gri bölgelerini aşındırarak, farklı temsillere karşı tahammülü zayıflatmakta. Kolektif bilincin ürettiği ortak dilin zıddı bir dile sahip bu argümanlar, bugünlerde iktidar arzulayan siyasi liderler için etkili bir araç olan ulusalcı kimlik söylemleri etrafında giderek artan bir biçimde varlığını sürdürüyor. Yurttaşların milliyetçi hislerini, sınır ve kimlik gibi kavramlar üzerinden sömürmeye dayanan politikalar, kitle iletişim araçlarının ürettiği çeşitli provokasyonlar ile zenofobi, pogrom ve ülke içi yabancılaştımaya kadar varan toplumsal sorunlar ile mağduriyet doğurmakta.
2000’ler itibarıyla küreselleşmenin ve yeni medya araçlarının etkisi ile mesafe koyucu işlevini yitirmekte olan ülke sınırları, varlığını güvenlik kavramı üzerine temellendirmekte. Korunaklı kapılardan, denetimli olarak girilip çıkılabilen fanuslar yaratabilen bu çizgiler, izole olmuş gelişmiş ülkelerin vatandaşlarına, pasaportlar aracılığı ile refah ve imtiyaz vaat etmekte. Buna karşın, her geçen gün daha fazla yüzleştiğimiz iklim krizi, iç savaşlar, pandemi gibi felaketler sınırların güvenlik işlevini giderek daha çok sorgulatmakta. İşe geldiği şekilde algılanabilen bu sınırlar, bir yandan batı ülkeleri özelinde kutsal ve yarı geçirgen bir çizgi halindeyken, diğer bir yanda, Ortadoğu özelinde kutsallığı radikal örgütler, askeri ittifaklar ve gelişmiş ülkeler tarafından hiçe sayılan bir çizgi olabilmekte. Neden ve nasıl altüst edildiğine bakılmaksızın, sınırlarının geçirgenliğini yitiren ülkelerden doğan kitlesel göçler ve mülteci sorunu ile yüzleşmek söz konusu olduğunda ise batıda ya ulusalcılık ya da görmezden gelme kartlarının ortaya sunulduğu biliniyor.
Bu noktada felaketlerin doğurduğu kriz ortamını fırsata çeviren siyasi figürlerin sunduğu “yurttaşların sınır güvenliği ve bireysel konfor alanlarının, daha ilkel insan sınıfına sokulan göçmenler tarafından tehdidi” gibi argümanlar, hitap ettikleri kitleleri imtiyazlı hissettirmekte. Kişilere popüler olanın bir parçası olmanın verdiği konfor ve tatmin ile diğerlerini ötekileştirmeye teşvik eden bu tür ayrıştırıcı politikaların, son zamanlarda Twitter, TikTok ve YouTube gibi sosyal medya platformlarında global bir trend halini aldığı görülmekte. Yurttaşlara empoze edilen, refah ortamının kaybı korkusu ve sınırın kutsallığı inancı, mülteci nefreti ile etnik ve kültürel özellikleri aşağılayıcı tiplemelerin bir mizah haline getirilmesini normalleştirmekte. Pek çok kişi tarafından “ırkçı” bile görülmeyen bu eylemler, kolaylıkla gündelik “normal” halini alarak, popüler akımların, ayrıştırma ve kışkırtma gibi olumsuz etkilerine bakmadan özümseyebildiğini ortaya koyuyor. Kriz halindeki toplulukların günlük diline de yerleşen bu ifadeler sokak, plaj, park gibi kamusal alanlarda, iş ortamında ve eğitim kurumlarında, ülkenin demografik yapısının bozulması gibi endişelere dayalı bir toplum psikolojisini ortaya koymakta. Bugün mülteciler üzerinden ortaya konulan bu kutuplaştırma refleksi, çok benimsendiği takdirde yarın yurttaşlar arasındaki farklıların da kamusal alanlardaki tahammülsüzlüğü ile sonuçlanıp, ortak ve yatay zeminler üretebilmeyi imkânsızlaştırabilir.
Daima dikey yükselen güç odaklarını besleyen bu tarz manipülasyonlara, direnmenin yolu dayanışmanın, çeşitliliğin ve empatinin var olabildiği gri alanları çoğaltmaktan geçiyor. Günümüz dünyasında uzay kolonilerinden veya transhümanist bedenlerden daha çok ihtiyaç duyduğumuz şeylerin başında empati üzerine kurulmuş sağlıklı iletişim ağları gelmekte. Şüphesiz, öteki olanın anlaşılabildiği bir iletişim hali, ortak zeminlerde buluşulabildiğinde mümkün olmakta. Enformasyon teknolojilerine yön veren 21. yüzyıl toplumlarında, bireylerin dayanışma gücü hiç de küçümsenmemesi gereken boyutlarda. Toplumlarda daima var olan sivil inisiyatif, etkili bir biçimde varlık gösterebilirse güç odaklarının manipülasyonuna karşın dayanışma, paylaşım ve empatiyi güçlendirerek hayatlarımızı her anlamda iyileştirebilir.
Dayanışmanın zaferi denilebilecek etkili birçok kolektif eylemi, son yıllarda sık sık Twitter ve YouTube ve Club House gibi platformlarda görmekteyiz. Örneğin, hashtagler ile üretilen ortak dilin, güç merkezlerinin gündemini ve duruşunu değiştirebildiği, çeşitli mağduriyetlerin, tepkilerin veya sessiz bırakılan konuların tartışılıp vurgulandığı, bazen de çözümlenebildiği görülmekte. Fakat en önemlisi bu platformlarda çoğunluğun ötekileştirdiği çoksesliliğin var olabilmesidir. En az kamusal alanlar kadar gerçek olan sosyal medya düzleminde, kendisini ifade edebilenlerin çeşitliliği göz önüne alındığında, farkındalık yaratarak, bireyler arası empatiyi geliştirebilen bir iletişim düzlemi gözlenebilir. Bu durumda bazen, ortak bir kelimeyi paylaşabilen milyonların var ettiği dayanışma bilinci hiç de şaşırtıcı değildir.
Hepimizin, birbirimize bağlı olduğumuz ama bunu özel ve farklı kültürel kimliklerimiz aracılığıyla tanımladığımız kozmopolit toplulukların var olabilmesi fikri (3), günlük hayatımızda ne kadar çok normalleşebilir ise o kadar çok hayatlarımız üzerinde söz sahibi olabilir ve o kadar çok ortak zeminde bunu duyurabiliriz.
Kaynakça
- Hobbs , Mitchell, Todd, Megan and Weeks, Marcus. Sosyoloji Kitabı. İstanbul : Alfa Basın Yayım Dağıtım, 2015. 978-605-171-085-3. syf.21
- Smith, Richard Candida. Federico Finchelstein, Fascism, and Populism The Book From Fascism to Populism in History. [pdf] Berkeley, University of California, US : Research Gate, 2020.
- İKSV. Kültür- Sanatta Katılımcı Yaklaşımlar. [pdf] İstanbul , 2017. syf. 29.