Hayır dediğini anlamamıştım ilkin. Gözüm damadın kız kardeşine takılmıştı. Sanki birine kaş göz yapıyor gibi gelmişti. Onun baktığı yönde bir şey görmeye çalıştım, göremedim. Sonra ikinci kez, “Hayır,” dedi. Bu kez duydum, duyduğumu anladım. Hepimiz şaşkındık. Gözleri kan çanağı gibiydi. Bütün gece uyumayıp bu sahneyi kurgulamıştı belki de, kim bilir… Memur da şaşırmıştı. İlk kez karşılaşıyor gibiydi böyle bir durumla. Tekrar sordu. Bu kez masadan kalkmaya davrandı. Damat kolundan yakaladı. İki erkek daha geldi. Ortalık bir anda pazar yerine dönmüştü. Bağırış, çağırış, çığlık atanlar, bayılanlar, ayılanlar… En son gelini bir adamın kucağında karga tulumba dışarı çıkartılırken gördüm.
Hayır, bütün sorumluluk bende olamaz. Tamam, o gece bana geldiğinde evlenme, gerekirse kaç, bu senin hayatın falan gibi şeyler söyledim ama o kadar çok ağlamıştı ki çaresiz kalmıştım. Bir çözüm bulmaya çalışıyordum kendimce. Nilüfer’i aramıştım bir ara yatak odasından gizlice. Damadın kız kardeşi. İyi kızdır. O biliyordu zaten başından beri her şeyi. Ondan yardım isterim, belki abisiyle konuşur, ikna eder diye düşündüm. Sessizce dinlemişti telefonda. “Olmaz, yapamam,” dedi; sonra, “biraz düşüneyim,” dedi galiba. “Benim de kafam karmakarışık.”
Akdeniz sularında ilerleyen bir teknede üç kadın gülümsüyordu. Güneş batarken şerefe kaldırılan kadehler özgürlüğün rengine boyanmıştı. Bu kez özgürlük bu renk.