Tante Rosa’nın külleriyle dolu porselen kavanoz yıllardır şöminenin üzerindeydi. Küller, uzun süre havasız kaldıkları için birbirlerine yapışıp kaskatı kesilmiş, bir kütleye dönmüştü. Bir yaz sabahı, gözü yükseklerde olan tekir kedi şömineye zıplayıp kuyruğuyla itince kavanoz yere düştü, tuzla buz oldu. Tante Rosa’nın küllerinden mürekkep kütle yuvarlandı, kanepenin ayağına çarpıp durdu.
Kül kütlesi odaya dolan güneşle ısındı, hoplayıp ayağa dikildi. Tante Rosa böylece küllerinden yeniden doğdu.
Zaten ölü olmaktan sıkılmıştı. Kavanozun içinde un ufak olmuş bir halde beklemenin sonu yoktu. Salonun aynasında kendine baktı. Yüzü gözü kararmıştı. Haliyle de çıplaktı. Kalkmalı, doğru dürüst bir şeyler giymeli, insan içine karışmalıydı.
Şehrin sokaklarında dolaşırken etrafındaki kalabalığa pek şaştı. Herkes elindeki bir cihaza sıkı sıkı yapışmış, yürürken yüzlerine, başlarına, hatta kıçlarına tutuyorlardı. Bazen durup salak salak sırıtıyor, “Yoğurt! Mis gibi yoğurt!” diye bağırıyorlardı. Hepsi aynı şeyi söylüyordu; kimse etrafına bakmıyor, yanındakini dahi görmüyordu.
Tante Rosa herkesin yoğurtçu olmasına, aynı şeyi satmasına pek şaştı. Karşındakine bakmazsan, kalbin nasıl çarpacak, midendeki kelebekler nasıl havalanacak; düşünmeden edemedi. Bilse, herkesin “robot” gibi hareket ettiğini söylerdi ama Sizinle Başbaşa dergisinde maalesef bu sözcüğe hiç yer verilmemişti.
Koşarak eve döndü. Bir mektup yazıp yeni bir kavanoz siparişi verdi. Zarfı posta kutusuna attı. Beklemeye başladı.