Zeytinyağlı taze fasulye önlerinde ve koca bir kayık tabak içindeki karpuz da ortada, öylece duruyordu masanın üstünde. Avlu az önce yıkanmış olmasına rağmen hemen kurumaya başlamıştı. “Daha şimdiden ne kadar sıcak! Böyle giderse temmuz, ağustosta ne yapacaksınız?” dedi sakince. Yaşlı kadının duymayı beklediği sözler bunlar değildi. Şok içinde bakan gözlerle “Erhan, bu mu derdin? Baksana babanın hâline! Sen sıcaklar diyorsun, ” dedi ve kirlenmemiş çatalını, tabağın kenarına doğru itti. Sanki yiyecekmiş gibi çatalı alıp hızlıca batırdı fasulyeye. Beyaz porselenin kenarına bıraktı sonra da. Çıt etti tabak o an. Masanın üzerine serilmiş sofra bezinin düğümleriyle oynuyordu, lisede babasının karşısına oturtup fırçaladığı günlerdeki gibi. “Ne yapayım, anne? Kalktım geldim işte İzmir’e. Uyansın da ben söylerim, merak etme,” dedi. Koca bir dilim karpuzu olduğu gibi tıkıverdi ağzına, çekirdeklerine hiç bakmadan. Umurunda değilmiş gibi görünmeye çalışıyordu bunca yıldan sonra. O sırada babası çıktı avluya bacağını sürüye sürüye. Annesi kalktı hemen, koluna girdi adamın. Yıllar içinde kazandığı bir refleks gibiydi daha çok bu yaptığı. “Ooo! Hoş geldin, Erhan. Sen gelir miydin buralara?” dedi. Ağzındakileri ağır ağır çiğnedi, söyleyeceklerini geciktirmek istercesine. “Merhaba, baba,” dedi, “Temelli vedalaşmaya geldim. İngiltere’ye dönüyorum.”