Saat beynimin içindeydi. Kocaman bir çalar saat. İçinde bir tavuk, yem yiyormuş gibi poz kesiyordu. Akrep, kızışmış öfkesiyle kırmızı bir uyarı okuydu. Yelkovansa bir ağaç dalıydı, çarşafımın üstüne gölgesi düşüyordu ve dalındaki yapraklar serin su damlacıklarını içime damıtıyordu. Bir göl oluşuyor içimde. Bakıyorum tavuğa, sahiden yemini mi yiyor yoksa hayat devam mı ediyor? Devam etse; gölde ördekler yüzerdi, kuşlar konardı yelkovanına zamanın. Akrep durmuş ve öyle kırmızı ki, utanması olsa da anlayamazsın. Karanlığa alışmış gözlerim, bir de civcivleri mi varmış o tavuğun? İçimdeki tilkileri ondan mı uyku tutmazmış? Bir de ev, bir de ağaç mı? Yelkovan içinde yelkovan mı varmış? Başım dönüyor. Uykum çoktan yolcu. Ardından el sallayıp gölden bir avuç su mu dökmeli?
Gerçek beni sokmadan, zehrini akıtmadan önce, bana kalan son alan neresi? Yelkovanla akrep arasındaki bu beyazlık mı beni koruyan? Ya gök? İmdadıma yetişir mi zifiri karanlığıyla? Perdeyi aralıyorum. Bir ateş vuruyor yüzüme. Akreple yelkovan arasında duran parmaklıkların ardından tilki yavrularını seçebiliyorum şaşkınlıkla. Tavuk, civcivlerine yönelmiş olan başını sallayarak varlıklarını onaylıyor. Tilki yavruları birbirlerine yaslanmış ve yanan ormana sırtlarını dönmüşler. Sayamadım kaç taneler. Ateşe mi yansaydım onlara mı baksaydım. O esnada akrep çoktan tetiklemişti alarmın zilini. Kötü bir güne uyanmakla, onu zaten uyanık beklemiş olmak arasındaki fark nedir? Bunu tilki yavrularına soracaktım. Kaçmışlar, eriyip gitmişler saatin silahsız olduğu bir zamana. Onları tek gören ben miydim? Çalar saat cana gelmiş. Kendisini sehpanın üstüne atmıştı. Ben iş için hazırlanmaya başlarken belli ki onun benimle işi bitmişti. Tek kurşununu atmış ve günümün ölmesini beklemeye yatmıştı.