Birazdan yağmur yağabilir. Binaların üzerine çöken karanlıktan nasibini aldı evin bütün odaları. Tam da böyle bir havada, bunun gibi bir kararsızlık noktasında kapatmıştım o defteri. Müjgân. Hayır. Sevmiyorum Müjgân’ı. Ama Müjgânlar hep sevilir. Filmlerde, şarkılarda, şiirlerde…
Oysa ben onu, gecenin bir yarısı uykudan bağımsız rüya görürken, toplamayı yarına bırakacağım sofranın yarım tabaklarında, eksik bardaklarında bırakmıştım. Telefona dokundum. Üç kez meşgul. Sonu üç noktayla biten bir mesaj yazmayı da ihmal etmedim. Yine yok Müjgân. Ölse yazmaz. Yazarsa umutlanırım diye, nasılsın bile demez o. Fırlatıp attım telefonu. Sonra da pili bitmek üzere olan kumandanın üzerinde güç denemesine kalkıştım. Biraz zor oldu ama beraber sustuk.
Ertesi gün ve ondan sonraki günlerin hiçbirisinde gelmedim aklına Müjgân’ın. Geldiysem de bunu öğrenmemi istemedi. “Sevdayı kusursuz renge ulaştıran da bu değil mi?” diye düşünüp alışveriş meselesi yapmadım onu sevmeyi. Kalemimin ucu zehirli. Kâğıdın beyaz vücudunu bir çırpıda öpücüklere boğdu. Hiç bu kadar uzun yazmamıştım.
Bitince okudum. Tek bir cümlesinde bile yer yoktu kavuşmaya. Ama her satırında aşk vardı. Gurur duydum kendimle. Bunu başardığım için gurur duydum. Yalnızlığıma Müjgân’ı bahane etmediğim için.