Bir süre sonra sıradanlaşan televizyon sesi, hiç durmadan siyasi bir mesele hakkında yorum yapıldığı hissini uyandırmıştı. Yorumcunun sesi, mermi gibi odasının duvarlarını nişan alırken okuduğu paragrafın başına ikinci kez dönmek zorunda kalmıştı Deniz. Odasının kapısını açıp gözünü kırpmadan ekrana bakan babasından ufacık bir ricada bulunmuştu.
“Tamam, kısacağım. Ama dinle şunu bak, önemli bir şeyden bahsediyor adam,” diyen babasının işaret ettiği koltuğa oturup, bir süre her şeye kafasını sallayarak onay vermezse o televizyonun sesi asla kısılmayacaktı. Bir gün olsun içinde kopan fırtınaya yakışır bir karşılık verememişti babasına. Kırk sene boyunca savunduğu fikirler ne kadar uzağa götürebilmişti onu? Hiç. Aynı ev, benzer yaşam standardı, üç aşağı beş yukarı birbirinin kopyası hayaller… Desteklediği partiler kazanmıştı da ne olmuştu? İşçiydi ve sekiz-sekiz çalışıp aldığı mesai ücretleriyle ayakta durmaya çalışıyordu. Üstelik bir tanecik tatil günü vardı, onun da yarısını uyuyarak geçiriyordu.
Deniz, önünde duran paragrafı bu defa yüksek sesle okudu. O kadar yükseğe çıkmıştı ki sesi, içerideki televizyonun gürültüsünü kolayca bastırdı. Bu kez babası gelip “Oğlum, biraz sessiz olur musun? Televizyonu duyamıyorum,” demek zorunda kalmıştı. Deniz’in vereceği cevapsa çoktan hazırdı: “Dinle, baba. Burada televizyondakinden daha gerçekçi bir şey var. Okuyorum: Daha iyi yaşamak isteyen biri; konuşulanları dinleyerek değil, yazılanları okuyarak işe başlamalı.”