Sevginin en uzun süre beklendiği, sevgilinin en delice özlendiği, unutulmuş olmanın en derinden sarstığı, pişmanlıkların en çok hissedildiği yerlerden biri belki de mezarlıklardır ve aynı mezarlıklar, yaşarken ayrı düşmüş sevgilileri koynunda barındıran şehirler gibi tıpkı, öldükten sonra da ayrı düşen âşıkları alır bağrına, Edith ile Yves’e yaptığı gibi…
Yüzyılın en büyük Fransız popüler şarkıcısı olan ve “Kaldırım Serçesi” olarak da tanınan Edith Piaf, neredeyse kendisini bildi bileli şarkı söylemiştir ve bu ufak tefek kadının yorumu, cüssesinin aksine, öyle görkemlidir ki, Marlene Dietrich’in deyişiyle, “Piaf’ın, Paris’in ruhunu taşıyan sesini” bir kez dinleyenin, onu bir daha unutması asla mümkün değildir.
Aslen İtalyan olan Yves Montand ise 1923 yılında ailesi ile Mussolini’nin faşist rejiminden Fransa’ya sığınan binlerce çocuktan biridir. Fransa’nın liman şehri Marsilya, bu çocuğun karakterini şekillendirip onu genç bir adam yapar. Tıpkı Edith gibi, Yves de şarkı söylemeye çok meraklıdır ve 1944, onun bu merakını çok başarılı bir kariyere çevirip kendisine dünya çapında şöhret kazandıracak olan, hayatının belki de en önemli yılıdır çünkü 1944’te Yves, Edith ile Paris’te tanışacaktır.
Başta “esas oğlanımızı” pek ciddiye almaz “esas kızımız”. E, ne de olsa, 1944’ün Paris’inde, efsaneleşmiş bir kadın olmuştur artık Edith ve bu kaba saba, şarkı söyleme tarzını oldukça itici bulduğu, giyim zevkini hiç beğenmediği delikanlıya gönlünü kaptıracak kadar saftorik bir genç kız değildir. Üstelik, sahnede nasıl durması gerektiğini bile bilmemektedir Yves. “Sığır çobanlarından” hallice bir duruş vardır bu adamda sanki. Evet, evet, tam bir “sığır çobanına” benzemektedir Yves!
Zaman akıp gider… Ve Edith, tıpkı bir maket yapar gibi, Yves’in parçalarından Yves’i baştan yaratır. Bunu Yves’deki potansiyeli gördüğünden mi yapar, kadınlara has bir davranış olan “dağınıklığı toplamaktan kendisini alıkoyamadığından” mı yoksa mesleğinin ve şöhretinin doruğunda bir sanatçı olarak, alanındaki “çaylaklara” el vermesinin boynunun borcu olduğunu düşündüğünden mi, bilinmez ancak sahnede ellerini nasıl tutması gerektiğinden, gülüşüne; müziğinden, kılık kıyafetine kadar her şeyiyle ilgilenir bu delikanlının ve de gün gelir, “sil baştan” ortaya çıkardığı bu adama gönlünü kaptırır! Tüm dünyada gıpta ile bakılan bir çifttir onlar artık, ta ki, Edith tarafından yaratılan Yves, Edith’in şarkı söylemesini acımasızca eleştirene kadar… İşte şimdi “kırmızı çizgisine” basılmıştır Edith’in; daha fazla katlanamaz bu şımarıklığa ve koyar “eserini” kapıya!
İkisi de Fransa’nın simgeleridir artık fakat bir araya gelmemeye büyük özen gösterirler. Yves daha sonra bir büyük aşk daha yaşayıp oyuncu Simone Signoret ile evlenir ve Simone’un ölümüne kadar sürer bu evlilik. İkinci kez evlenip bu evliliğinden bir oğlu da olsa, ilk eşini hiç unutmaz Yves Montand ve 1991 yılında, yetmiş yaşındayken öldüğünde, vasiyeti üzerine, ilk eşi Simone’un yanına, Paris’in en prestijli mezarlığı olan ve şehre ağaçlıklı bir tepe üzerinden bakan Père Lachaise’e gömülür. Kaderin çok tuhaf bir cilvesidir ki Yves’den yirmi sekiz sene önce hayatını kaybeden ve Yves Montand’ı Yves Montand yapan Edith Piaf da aynı mezarlıkta yatmaktadır, hem de onlarınkine oldukça yakındır kendisinin mezarı!
Sevginin en uzun süre beklendiği, sevgilinin en delice özlendiği, unutulmuş olmanın en derinden sarstığı, pişmanlıkların en çok hissedildiği yerlerden biri belki de mezarlıklardır ve aynı mezarlıklar, yaşarken ayrı düşmüş sevgilileri koynunda barındıran şehirler gibi tıpkı, öldükten sonra da ayrı düşen âşıkları alır bağrına, Edith ile Yves’e yaptığı gibi…