Genele uymayan, genele karşı çıkan, genele ters düşen; düşüncesi, inancı, inançsızlığı, yaşam tarzı, cinsel yönelimi, eğlencesi, bakış açısı farklı; yani uyumsuzlar, aykırılar olarak görülenler çoğunlukla bunu her yerde açık etmezler, edemezler… Dışlanmak, tepki görmek, şiddete maruz kalmak, hatta cezalandırılma korkusu taşırlar. Bu her yerde mi olur? Hayır. Gerçek anlamdaki demokrasiler bu türden insanların (farklı olanların) yaşam alanlarıdır. Zaten böyle yönetimler, böyle bir dünya; olması gereken değil midir? Özgürce, korkusuzca “Ben buyum!” demek, diyebilmek ne muhteşemdir…
Doğduğumuz andan itibaren bizlere öğretilen, yapıştırılan, yakıştırılan, dayatılan, belletilen, kabullendirilen etiketlerle büyüyoruz. Aile ve okul eğitimiyle yönlendiriliyoruz, biçimleniyoruz. Toplumun ya da topluluğun anlayışını, yaşam biçimini, inancını, ahlakını ve yazılı yazısız kurallarını, çok da sorgulamadan içselleştiriyoruz. Buna rağmen farklılıklar filizlenip boy veriyor, o halkanın içinden, o kalıptan dışarı çıkıyor. Çünkü tek tip olmak insan doğasına da, yaşama da aykırıdır. Dolayısıyla insan yaşamına ait her alanda farklılaşmalar kaçınılmaz olarak ortaya çıkar, çıkıyor ve çıkmalıdır. Bu da insan olmanın gereğidir, hakkıdır…
Ama dayatılana ve toplumun geneline uymayanlar, kendi özgün kimliğini, düşüncesini ortaya koyduğunda; anormal, sapkın, hain, zararlı, düşman, diğeri, harici vb. olarak katagorize edilir genellikle. O noktadan itibaren artık iyi bakılmayan “bizden” olmayandır. Buna dayalı yaşanan acılar sayfası hayli kabarıktır. Zaten bu yaklaşımla karşı taraftakini ötekileştirmek, seni de karşıya göre öteki yapar. Çünkü her düşmanlık kendi karşıtını üretir. Sonuçta biri diğerine göre öteki olup çıkar. Toplumdan topluma ve tarihsel süreçlerde bu durum değişiklikler gösterir. Dar düşüncenin, bencilliğin, tahammülsüzlüğün sağlıksız toplumsal normların; dolayısıyla çoğunlukla cehaletin hüküm sürdüğü yerlerde ve toplumlarda yaşam bulur ötekileştirme. Bu, gelişmemişliğe dayalı, özgürlüklerden uzak yasakçı düşünce ürünüdür aynı zamanda. Yani insanı itekleyip uzağa atan yine insan. İttifak ve birliktelik yerine, barbarca; “ya bendensin ya karşımda” yaklaşımı körlük ve ötekine karşı sağırlık duygusu yaratır, sesler boğulur, tüm renkler siyah-beyaz hale gelir. Farklılıkların kabul gördüğü, özgürlük alanı bulduğu, uzlaşı ve ittifakların yaşandığı gerçek demokrasilerde bunun yeri yoktur. Kendimizi doğru, haklı, mükemmel görüp, bizim gibi olmayanları dışlamak, yok etmeye çalışmak, aklınca yola getirmeye çabalamak, hırpalamak, yanlışlar serisinin başlangıcıdır. Kibirdir bu ve empatiden, sevgiden, tevazudan uzak olmaktır ki bu da geleceğin karanlığını hazırlar. Oysa Mevlana’nın dediği gibi, “Birbirine yaslanarak yürüyen, çünkü birbiri olmadan aksayan, düşen varlıklarız biz.” Düşünce, inanç, yaşam tarzı vb. ayrışmayla farklı olarak algıladığımız, kendimiz gibi olmadığına hükmettiğimiz her şeyi ve herkesi acımasızca kötüleyerek eleştirme, hor görme, lanetleme, hatta yaşam hakkını elinden alma keyfiliğine, yetkisine hiçbirimiz sahip değiliz.
İdeolojik kamplaşmalar, terörizm, ırkçılık, dincilik (dindarlık değil), aşırı milliyetçilik, fanatizm; hepsi ötekileştirme kültüründen beslenir. Bu tür beslenme ise diyalog ve anlamayı da imkânsız kılar. Renk, dil, din, ırk, siyasi görüş, cinsiyet, sosyal statü, dış görünüş, inanç vs… Toplumla şekillenen bu özellikleri taşımanın yanında, genelden bağımsız, özgür ve özgün olarak varoluşunu sürdüren insanlara karşı saygısız, reddeden tavırla davranmayı kendinize hak görüyorsanız ötekileştiriyorsunuz demektir. Vicdani ve adil gözle bakmak bu yaklaşımı yok etmede bir ilk adımdır. İnsanın korkmadan öteki olabileceği dünya ne güzel bir dünyadır oysa…
Öyle değil mi?